Feraset ve basiret can gözü diğer adıyla gönül gözünün nitelikleridir. Bu göz her insanda kuvve halinde vardır. Bazı kimselerde Allah vergisi olarak doğuştan açık olabilir. Çoğunlukla görme, işitme, koklama, tatma, dokunma duyularıyla örtülü olduğumuz için gönül gözümüz kapalıdır. Açılması için cehd etmemiz gerekir.  

Zahirdeki cehde cihad, batındaki cehde mücahede denir. Batılı yok etmek için cehdin her türüne ihtiyacımız vardır. Her ikisi de belli bir yol ve yöntemle çabalamak demektir.

Basiret, gerçeği anlama çabasına bağlıdır. Kimi mana doğuşları bir çabayla gerçekleşir. Feraset daha yüksek bir haldir, Hakk’ın hidayetiyle ansızın aydınlanmadır. Kimi mana doğuşları böyledir. 

Feraset ve basiret aklın aydınlanması, idrakin açılmasıdır. Feraset gerçeği çabuk idrak etme yeteneği, basiretse tefekkürle ulaşılan idrak etme yeteneğidir. Basiretin etkinliği zaman ister.

Görmek, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma yeteneği olarak bilinen basiret mânevî körlük ve sapkınlığın zıddı olarak anlaşılır.

Kur’anı kerimde kendilerine ulü’l-ebsâr, ulü’n-nühâ  ulü’l-elbâb diye tanıtılan basiretli insanlar duygularına kapılmadıkları, kendilerini günahlarla kirletmedikleri için eşyayı olduğu gibi görür, ona göre hareket ederler. 

Eşyayı olduğu gibi görmek onu her ne ise öyle tanımaktır. Ariflerin eşyaya bakışları “umurumda değil” anlamında “Ne ise ne!” dir. Kerim Güçlü’nün anlatımıyla kadim irfanımızdan, kendi millî algımızdan uzaklaştığımızda eşya ne ise ne olmaz, bizim için değerli bir şey haline gelir. Eşyayla olduğu gibi ilişki kuramamak bize hayal kırıklığı yaşatır, “Hayal ettiğim şey bu muymuş!” dedirtir.

Şehvet ve hiddet nesnenin içeriğini değiştirir. Bir hekim, şehvetine yenilirse kendi dişiliğini ya da erkekliğini, hiddetine yenilirse hastasının dostluğunu ya da düşmanlığını öne çıkarabilir, onu olduğu gibi algılamayabilir. Bu yanılgının bizde de farklı yansımaları söz konusudur. Şehvet ve hiddet muhataplarımızı olduğu gibi görmemize perde olur.

Vehim çevremizle sağlıklı ilişki kurmamızı zorlaştırdığı gibi rabbımızla sağlıklı ilişki kurmamızı da zorlaştırır. Sağlıklı bir ilişki feraset ya da basiretle mümkündür.

Feraset bütünüyle vehbidir. Basiretin çabamızla ilgili bir yönü olduğu için meramımı onun üzerinden anlatıyorum. Yukarıda söylendiği üzere basiret tefekkürle ulaşılan idrak etme yeteneğidir. Basiret aydınlığı ilme’l-yakîn, basiretin kendisi ayne’l-yakîn, basiretin gerçekliği hakka’l-yakîn idrak mertebeleridir. Başka bir söyleyişle basiret aklen aydınlanarak kendi üzerimizden Allah’ın bize yakınlığını, O’nunla var olduğumuzu idrak etmektir.

Rabb’ımız şöyle buyurur: “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki kuşkusuz ben yakınım. Beni çağırdığında çağıranın dileğine karşılık veririm. Şu hâlde benim çağrıma gelsinler, bana iman etsinler ki doğru yolu bulabilsinler.”[1]

Bu ayeti kerimede Rabb’ımız “Kullarım sana beni sorduklarında” girişinin ardından araya resulünü bile sokmaz. “Onlara de ki…” demeden “bilsinler ki kuşkusuz ben yakınım” buyurur.

Başka bir ayette “Görmez misin? Allah göklerde olanı da yerde olanı bilmektedir. Gizli gizli konuşan üç kişi yoktur ki dördüncüleri O olmasın. Beş kişi yoktur ki altıncıları O olmasın. Bundan az ya da çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah mutlaka onlarla beraberdir.”[2] buyurur.

Basiret Hakk’ın varlığıyla ilgili vehbî bir bilgilenme yolu olan keşfe benzemez. Keşf ferasettir, vehbidir, aklın kâbil yönüyle ilgilidir. Basiret ise aklın müfekkire yönüyle ilgilidir. Her ikisi de bizim yokluğumuza, gerçek varlığın işaretlerine bakar.

Mesela bir roman karakteri kendisini tasavvur eden yazarın varlığına göre yok hükmündedir. Onun var olduğu düzeyde var değildir. Bu hüküm basiretle anlaşılır.

Basiret ışığı bize Hakk’ın yakınlığını, basiretin kendisi O’nun varlığı karşısında kendi yokluğumuzu, basiretin gerçekliği ise Hakk’ın varlığına işaret ederek bizim yokvar şeyler olduğumuzu gösterir.

Gönül gözünün duyularla örtülü olması derken görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama yetilerimizle örtmeyi kastediyorum. Bu yetiler dıştan temas kurarken gönül gözü içten temas kurar. İçten teması anlamak için bir annenin bebeklik halindeki çocuğuyla kurduğu ilişkiyi düşünebiliriz. Annenin çocuğuyla dış teması iç temasının köpürmesidir. 

Bu saf temas çocuğunun benlik kazanmasıyla azalmaya başlar. Bir anne çocuğuna bu doğrudur, şu eğridir derken ona bir benlik inşa eder. Zira benlik, yürümeyi öğrenmesi için çocuğuna bir dayanak, vakti helince atılacak bir asadır. Bu dayanak olmasa yürümeyi öğrenemez. Yola koyulabilecek dengeye kavuşursa o dayanağı atmalıdır. Yoksa hızlanamaz. Asıl dayanak dengedir. Fıtrat diyoruz buna.

Fıtratı yani yaratılışındaki dengeyi bulan kimseye başka dayanaklar yük olur. Bu nedenle akil baliğ olunca bizi ayakta tutan ön yargılarımız, değer yargılarımız -iç ve dış duvarlar-  bizi kuşatan hisarlar biçimlenmeye başlar. Özgürleşemeyenler korunmak için bu hisarlara ölünceye dek muhtaç olurlarken özgürleşenler için bunlar settir, aşılmaları gerekir. 

Sağlıklı bir bina inşa etmek için iğretisinin yıkılması gerekir. Temeline kadar... Sonra sert ve tesviye edilmiş bir zeminde sağlam bir temel atılır, iskeleler kurulur. İskeleler yükseldikçe yeni bina yükselir. Bina tamamlanınca iskeleler sökülür. İskelelerin kutsandığı bir dünyada kişilik binası kendini gösteremez. Gerçek bir kimlik de alamaz. İskeleli bina diye bilinir. Kişilik Allah'ın yüzü, yani rablığının açılımı olan bir kendilik üzerine inşa edilir, ona bir kimlik verilir: Mümin.

Mümin muştulayan, sakındıran, şahid olan kimsedir. Eşyayı ne ise öyle gören, eşyayla ilişkisini vehim üzerinden kurmayan adaletli kimsedir.