Okul müdürlüğümde bir gelenek oluşturmuştum kendime, görev yaptığım okullarda uyguladım bunu. Son sınıf öğrencilerimi nisan ayından itibaren peyderpey odama davet eder, sohbet ortamı oluşturur, konuşurdum onlarla…  Derslerini aksatmayacak şekilde planlama yapar, öğrenci için önemsiz (önemsizden kastım kariyer planına etki etmeyecek dersler olup zinhar bütün derslerin kıymetli olduğunu bilmekte ve takdir etmekteyim) derslerden izin kâğıdıyla çağırırdım onları… Endişeli gelirlerdi, korku içinde çalarlardı kapımı. Haksız sayılmazlardı doğrusu, müdür çağırıyorsa, mutlaka vardır bir mesele…

Buyur ederdim nezaketle, oturturdum karşıma, ısrar eder çayını da ikram ederdim, çikolatasını da… Sakince hal hatır sorar, ardından davet sebebimi açıklardım. “Sevgili oğlum/kızım artık misafirimizsin. Pek yakında bu okuldan mezun olup ayrılacaksın ve ben seninle son defa samimi bir sohbet yapmak istiyorum. Bana her şeyi anlatabilirsin, geçmiş hikâyeni, hayallerini, travmalarını, övünçlerini sıkıntı ve dertlerini… Ailenin maddi durumunu ailenle ilişkilerini, her hususta ihtiyaç ve beklentilerini anlat bana. Not alacağım ve katkı sağlayabileceğim ne varsa elimden geleni yapacağım…

Bu okulda dört yılımız birlikte geçti, beni de değerlendirmeni istiyorum özellikle. Neyi doğru yapıyorum, neyi yanlış yapıyorum söyle bana, çekinmeden eleştir beni… Bilmeden veya umursamadan, sana ya da arkadaşlarına karşı yanlışım olduysa helalleşelim istiyorum…  

Sohbetlerimiz bu minval üzereydi hep. Çok şey kattı bana bu özel görüşmeler, çok şey öğrendim bu gençlerden. Öyle müthiş gözlemleri, öyle derin tespitleri var ki bu kuşağın, inanamazsınız. Her şeyin farkındalar, niyetinizin bile… Ne çok şey anlattılar bana, olgun insanlar gibi… Yaşadıkları maddi sıkıntılarla, aile içi şiddetle, parçalanmış bir ailenin çocuğu olmanın ıstırabıyla nasıl başa çıktıklarını anlattılar bana, gözyaşlarıyla dinledim, teselli ettim, takdir ettim samimiyetle… Pek yakında üniversite sınavları vardı ve orada nelerle karşılaşacağını, nasıl davranması gerektiğini anlattım, hayallerini, hedeflerini planladık birlikte… Maddi durumu kötüyse, hesap numarası istedim, not aldım defterime telefonuyla beraber. (üniversiteyi kazandıklarında burs buldum çoğuna, hesabına yattı her ay, ne çocuk bildi kimden geldiğini, ne yatıran bildi kime gittiğini)…

İşte bu sohbetlerden birinde, babası Okul Aile Birliğimizde yönetici olan bir abimizin kızı vardı karşımda.. Dakikalarca konuştuk, pek keyifliydi sohbet, çok samimi ve candan iletişimimiz oldu. Konu kul hakkına ve helalleşmeye geldi, benden yana bir aksilik yoktu çok şükür. Okul Aile birliğinin gelirleri ve nasıl harcandığını sordu, anlattım… “Çoğunlukla veli bağışlarıyla karşılıyoruz her şeyi.. Sene başında alabiliyoruz bunu, katkı payı adı altında. Maddi imkânı olmayanlardan almıyoruz ve kimseyi de zorlamıyoruz. Bu toplanan paralarla da şeffaf bir şekilde okulun, özellikle sizlerin ihtiyaçlarını gideriyoruz. Hizmetliler çalışıyor örneğin, temizlik malzemesi alıyoruz, ufak tefek onarımlar oluyor. Yazılılar için fotokopi kâğıdı ve sarf malzemesi alıyoruz mesela, dolaylı yoldan size sunulan birçok hizmette buradan karşılanıyor” dedim. “İmkânı olduğu halde ödemeyenler de ödeyenlerin sırtından geçinmiş oluyor ayrıca” dedim, gülüştük… Birden ciddileşti, asaletli baktı bana. “Hocam, ödemeyen kul hakkına giriyor değil mi” dedi… Onayladım başımla.. “Hocam, babam ödemiş mi tamamını, bakabilir misiniz” dedi… Aile Birliği gelir–gider defterinden exele aktardığımız tabloya baktım, “ilk yıl ödemiş, sonrası yok; ama ödeyecektir merak etme” dedim… Sesini çıkartmadı… Daha bir çok şey konuştuk, helalleşip gönderdim onu…

Ertesi sabah babası aradı kızımızın, sabah 7.00 sularıydı.. “Hocam kızım okula gelmek istemiyor, “senin borcun var aile birliğine, onu ödemeden okula gitmeyeceğim” diyor. Şu an yanımda, seni de duyuyor. Yeminle yarın sabah geleceğim ve ne kadarsa hepsini ödeyeceğim, söyle gelsin okula” dedi. Ona verdi telefonu: “kızım babanı üzme sen, atla gel, bu bizim babanla aramızda çözebileceğimiz konu. Neden anlattın ki babana” diyerek sitem ettim… İkna oldu, yetişti servise; pazartesi günüydü, Bursa merkezde oturuyorlardı… 

Ertesi sabah gelmedi kız, duydum o gece vefat etmiş babası…

…. 

Öğretmen arkadaşım anlatmıştı, bu hususta inançları kuvvetli biri de değildi ama ibretlikti hikâyesi… İnegöl’ün yakın bir köyünde oturur babası, böbrek hastasıydı, diyalize bağlanırdı iki günde bir… Öğleden sonra gider alır köyden, diyalizde kalır bir süre, sonra tekrar götürür bırakırmış evine… Haftalık rutinleri böyleymiş, baba oğul… Bütün hüznü ve pişmanlığı ile anlattı öğretmen arkadaşım : “Bir gün yine diyalizden dönüyoruz, hava kararmak üzere.. Bitişik köyden geçerken, köy kahvesinin önünde birini gördü babam. “Dur oğlum, beş dakika dur” dedi. “Mustafa Çavuş bu adam, senelerdir küsüz onunla, bi kaç dakika müsaade et, konuşalım helalleşeyim onunla”…  Öyle duygu yüklüydü ki, dokunsan ağlayacaktı… Bırakıp dönmem gerekiyordu babamı, acil işim vardı, beş dakika kıymetliydi benim için. “Çok işim var baba, hemen dönmem lazım, çarşamba günü (iki gün sonra) zaten geleceğim, bir paket te çikolata yaptırır, evine gideriz olmaz mı?” dedim.. “Olur” dedi, mahzundu ziyadesiyle…

O gece ölmüş Mustafa çavuş, bir hafta sonra da babam… Benimse içimde ukte, keşke duraydım beş dakika, keşke…

Ez cümle: “yarın sen olmayabilirsin, ya da o,

                    Gün bitmeden helalleş, gün bitmeden helalleş”…