Ses verin sesime dağlar
Benim kuzum orda mıdır?
Hiçbir haber alamadım
Yoksa başı darda mıdır?
Dağlar dağlar uzun dağlar
Yüreğimde tozun dağlar
Kurdu kuşu sen sakladın
Nerde benim kuzum dağlar
Ataş düştü yakar yavrum
Bir gül gibi kokar yavrum
Yüzün gözümün önünde
Yaş içime akar yavrum
Yüzün gözümün önünde
Yaş sineme akar yavrum
Bu gün ağlamam gerekiyordu, ağladım… 110 yıl öncesine, Çanakkale’ye gittim bugün…
Tabyaları, mevzileri dolaştım bir bir, Mehmetlerin karavanasına çöktüm, kaşık salladım üzüm hoşafına, ekmek te tükenmiş duydum…
Kınalı kuzuların başını okşadım, yarasını öptüm, yırtık urbasını kokladım… Anne kokuyordu hala, on beşinde Hüseyin, çatık kaşlıydı Yozgatlı Sabri, İnegöllü Hasan pek dalgındı… Şakalaştım aldırmadılar, derdinden büyük derdi vardı hepsinin…
İki yüz elli bin kişiydiler, tek tek helallik istedim…
“Bir şartla” dediler hep bir ağızdan, “Bizi unutmayın, bizi satmayın dünyalık heveslerinize… Can veriyoruz, geldiğimiz yere dönüyoruz sessiz sedasız görüyorsunuz… Size mirasımız şu kara toprak, şu uzun dağlar, şu masmavi gök, yem yeşil ova, şu berrak deniz, şu şanlı bayrak, şu mahzun ezan ve anne ve baba ve evlat… Hepsi emanet size koruyun, kollayın, sahip çıkın… Uğrunda al kanımızı akıttığımız, yoluna göz kırpmadan canımızı verdiğimiz bu vatanı elletmeyin, kirletmeyin, payidar eyleyin… Hakkımız helal değil yoksa… Yüce Allah takdis etmiş bizi zaten, makamların en yücesini ikram eyledi çok şükür. Bir tasamız da yok, dünyalık ikbalimiz de… Kur’an’a sahip çıkın siz, dininize, namusunuza, iffetinize… Bakın bize, Anadolu’nun her yerinden, Balkanlardan, Musul’dan, Kerkük’ten gelmiş nice gençleriz, bıyığı terlememiş çocuklarız… Bakın bize, omuz omuza savaşıp, koyun koyuna can veriyoruz… “Ölüler değiliz biz” yüce Allah övmüş bizi, darda kalırsanız yine geliriz evelallah, dedelerimiz gibi… Sökün eder, çıkageliriz merak etmeyin…
Ahlak istiyoruz sizden, karakter, şeref, haysiyet istiyoruz kaybetmeyin bunları… Gözümüz üzerinizde unutmayın… Sevin birbirinizi, tamah etmeyin yetim malına, yalan dünyanın cezbesine kapılmayın, hatırlayın bizi… Bir vardık bir yokuz, görüyorsunuz, yedi düvelle savaştık, geçirmedik biliyorsunuz… Etmeyin siz, küffarın türlü desisesi var, kapılmayın ne olur… Onlara benzemeyin, onlar gibi giyinip kuşanmayın, yiyip içmeyin onlar gibi… Onlar gibi düşünmeyin, vicdanınıza sahip çıkın siz… Kemiklerimiz sızlar, etmeyin…” dediler… Utandım, başımı eğdim, “bozulduk biz, çok bozulduk” diyemedim…
“Anneme uğra, dedi biri”, sonra birçoğu “selam söyle, ellerinden öp, üzülmesin” dediler…
Metanetliydiler, gururluydular, arşa değiyordu başları… Tarifi imkânsız bir efkâr, bastı beni, iki gözüm iki çeşme ayrıldım, mahzun, mahcup, mağlup…
“Anne…” dedim kendi kendime, “bir şehidin annesi olmak… On beş yaşında bir çocuğu, ana kuzusunu, hiç bilmediği, hiç görmediği illere gözü kapalı göndermek nasıl bir muhayyiledir?. Ciğer paresiyle, ahirette buluşmak üzere kavilleşip, saçını kınalamak, nasırlı elleriyle okşayıp bir büyük bilinmeze uğurlamak nasıl bir haldir?… Nasıl bir şeydir, günlerce, aylarca, yıllarca, ilk göz ağrısı, biricik yavrusu, “aç mıdır, susuz mudur, yaralı mı, hasta mıdır, üşüyor mu, yaşıyor mu?” aralıksız düşünmek…
Uykusuz yüzlerce gecenin bir sabahında umutla kendisini ya da bir güzel haberini beklediğin yavrunun kanlı gömleğini, tütün tabakasını, yareninin oyaladığı mendilini, birkaç cevapsız mektubu, birkaç eşyasını kan rengi bayrağa sarılı halde, bir muvazzaf askerin elinden almak, koklamak, koklamak, içine içine ağlamak nasıl zordur yarabbi…
Mahcup, müteessir, bitkin neferin “vatan sağ olsun ana, Mehmed’in şehid…” deyip te yığıldığında boynuna annenin, “sar beni, oğlun bil, okşa saçımı, öp, kokla ana, Mehmed’in gibi… Ona gelen bana geleydi de sen yanmayaydın ana” deyip dövündüğünde, kim teselliye muhtaç…
Ah ana, ah iki yüz elli bin ana… Mele-i ala da evlatların, vatan için, bayrak için, din-ü devlet için kahramanca, savaştı ve canlarını verdi… Allah katında en yüce makama ulaştılar, metanetle karşıladın, Rabbine teslim oldun, kaderine rıza gösterdin de ana, o kor, o kahredici ateş, o yürekte nasıl durdu öyle bir ömür…
Ah ana, lokmalar dizilmedi mi boğazına, keyif aldın mı kalan ömründen, evin barkın, dağın, taşın, Mehmed kokmadı mı… Geceler kaç saatti ana, bağrına bastığın taş mı?…
İki yüz elli bin ana, ellerinden öpüyorum…
Sözü tutamadık, mahcubum, af diliyorum…
Bu gün ağlamam gerekiyordu, ağlıyorum…