Birkaç haftalık yazı serimizde vardığımız sonuç şu ki: Kâinat bir titreşimler, frekanslar ve enerji ummanı… Madde diye bir şey yok, sanal bir gerçeklik var.  Beynimize duyularımız vasıtası, sinir sistemi ve nihayet nöronlar yoluyla gelen iletilerin bir görüntü ya da bilgiye dönüştürülmesi… Beynimizde bulunan milyarlarca nöronlardan her biri, kendilerine en başından yüklenmiş evrenin tüm bilgisi (“(Allah) Âdem'e bütün isimleri öğretti.” (Bakara-31) ) ile karşılaştığı her iletiyi çözüyor, anlamlı hale getiriyor ve uygun tepkiler veriyor…

Göz, kulak, burun gibi duyu organlarımız çevreden aldıkları iletileri, beyinde ilgili nöronlara iletmekle mükellefler. Elbette ki algılayabildikleri aralıklardan ileti gönderebiliyor her biri… Algılayabildiklerimiz ise, var olanın sadece yüzde biri… Göz, 4000A2 ile 7000A2 dalga boyu arasını, kulak ise 20 hertz - 20.000 hertz frekans arasındaki titreşimleri algılayabiliyor… Bu değerlerin dışındakiler başlı başına inceleme konusu. Gerçek âlemi tümüyle anlamamız imkânsız görünüyor ve bir noktadan sonra tevekkül ve teslim gerekiyor…

Bizler, özel bir misyonla dünya dediğimiz mekâna, sınırlı bir algı, sınırlı bir bilinç ve iradeyle, sınırlı bir zaman için gönderilmiş varlıklarız, Kur’an böyle tanımlıyor bizi, bilimsel gerçeklikte böyle söylüyor… Görev tanımımız da açıkça belirlenmiş, geliş gayemiz de her fırsatta hatırlatılmış bize…

Frekanslar âleminde hapsedilmiş insanın, vazifesini yerine getirebilmesi için önce kendini ve sınırlarını kavraması lazım. Kendi “hiç”liğini ve aslında vahdeti anlaması lazım…

Kâinatta var olan her şey, kendisini (frekanslar boyutuyla) bir yöntemle tanıtır, tanıtılması gerekenlere… Kimi görüntü olarak tezahür eder, kimi bir ses, kimi ısı, kimi mekanik bir kemiyet, kimi elektro manyetik dediğimiz bir dalga, kimi bir ışıma, kimi müstakil bir enerji…

Ses, bu yöntemlerden biri, eşyayı anlama ve algılama için bir yöntem… Ses, bir soğuk enerji, ses, enine boyuna bir titreşim… Ses, başlatıldığı yerdeki titreşimi, üzerinden ya da içinden geçtiği ortamın moleküllerini titreştirerek yayar/iletir. Yayılma hızı her ortam için farklı olmakla birlikte, isabet ettiği canlı ve cansız varlık üzerinde titreşim oluşturur ve bu şekilde bilgiye dönüştürülerek kaydedilir… 

Canlıların kulak mekanizması (örs, çekiç, üzengi), bu titreşimleri beyin nöronlarına iletmek üzere özelleşmiştir… 

Ses, bir titreşim ve temas ettiği her şeyi etkiliyor, frekansı, dalga boyu, genliği, periyodu ve hızı nispetinde… 

Sesin rengi, tonu, şiddeti, duygularla, jest ve mimiklerle süslenmiş hali, etkisini artırıyor ayrıca… 

Ses çıkartan her canlının (parmak izi gibi) ses frekansı da kendisine özel ve ayırt edici…  

İnsan vücudunun %70 i sudan oluşuyor, yediğimiz içtiğimiz her şey kendi frekansıyla vücudumuza giriyor, ayrıca insan bedeninin (tüm varlık için böyle) kendi öz frekansı da var ki, enerji boyutuyla 62-72mhz aralığında olduğu tespit edilmiş durumda… İyi hissettiğimizde, dışarıdan veya içeriden olumlu uyaranlara maruz kaldığımızda frekansımız yükseliyor, aksi durumda 12mhz ye kadar düşüyor…  Yani demem o ki, ses sadece kulaktan değil, tüm vücuttan algılanarak etkiliyor beynimizi… Sadece belirli frekansları kullanılarak virüsleri ve bakterileri öldürmeyi 1920 de başaran bilim, bu günlerde neler yapıyor/yapabilecek düşünün…

Bize gelince zikir ve dualarımız, esma ve salatlarımız, en güzel isim ve kelimelerle, Allah’ın kendi sözleriyle bezeyip, arzettiğimiz nidalarımız ulaştığı yeri titretmez mi?... Her kelimenin karşılığı olan evrende, belirli sayı, tekrar ve uygun ses tonu ile isteğimiz karşılıksız kalır mı?...

Sulandırdığımız her kadim uygulamanın bilimsel bir açıklaması var ama biz zamanla öğreniyoruz tekrar… 

Bir mübarek zatın, Kur’an’dan birkaç sureyi veya birkaç ayeti belirli tekrarlarla okuyup bedenine üflediği, bir bardak suya okuyup hasta birine içirerek şifalanmasına vesile olduğu bildiğimiz ama algılayamadığımız bir durum. Kuantum fizik, bunun mümkün olabileceğini gösteriyor bize.  Su moleküllerinin güzel söz ve müziklerden olumlu etkilenerek muhteşem kristaller oluşturduğu, kötü söz ve müziklerle çirkin ve düzensiz kristaller oluşturduğu deneylerini hepimiz biliyoruz… Su etkileniyor, nebadat etkileniyor, böyle bir frekans ortamında bulunan her canlı etkileniyor işte… 

Hikayeyi bilirsiniz, İmam-ı Azam’a tedavi etmesi için bir çocuk getirilir. İmam-ı Azam çocuğu inceler, kırk gün sonra gelmelerini ister… Kırk gün sonra tekrar getirirler çocuğu, İmam-ı Azam: ”Bu çocuk birkaç yıl asla bal yemesin” der… Babası merak eder durumu : ”hocam bu cümleyi kırk gün önce de söyleyebilirdin, neden beklettin bizi bu kadar” diye sitem eder. İmam-ı Azamın cevabı bu günkü bilimin ulaştığı noktadır. “Çünkü o gün ben bal yemiştim. Yediğimiz içtiğimiz şeyin etkisi kırk gün kalıyor vücutta. Sözümün tesirli olabilmesi için balın etkisinden arınmış olmalıydım, o yüzden bekledim”…

Sözün tesiri, kişinin öz enerjisiyle/frekansıyla da alakalıymış demek ki. Tüm kötülüklerden arınmış, kâmil bir insanın konuşması, muhatabının kalbine de sirayet eder, beynini de etkisi altına alır… Osmanlı sesin ve müziğin şifalandırıcı yönünü tedavi amaçlı kullanmış. Hatta tedavi alanlarına göre makamlar üretmiştir. Rast makamı: insana neşe huzur verir. Saba makamı: insana şecaat verir. Hüseyni makamı: insana sulh, sükûnet verir. Hicaz makamı: insana tevazu verir mesela… Dünyanın kalp atışı olarak tanımlanan 7.86 ve 8 hz aralığındaki elektromanyetik rezonansın beynin, alfa beta, gama, teta dalgalarıyla uyumlu olduğu, solfeggio frekanslarının da bunlarla uyumlu olduğu anlaşılmaktadır…

Kozmik evrenin sesi var birde, “big bang” ten sonra ortaya çıkan ses dalgaları, evrenin tüm dokusuna entegre edildi.. 

“… kün fe yekün” (bakara 117) bu olsa gerek… Evrenin ilk anında o titreşimi tetikleyen o ilahi ses, her zerrede hala mevcut. Yaratanın “OL” emrinin içindeyiz hala…

Bir ilahi sesle başlayan bu varlık âlemi, yine bir sesle sonlandırılacak… İki kez üfleyecek SUR’a İsrafil, o mahiyetini bilmediğimiz ses/frekans ile önce yok oluş/kıyamet, ikinci SUR’la yeniden diriliş tetiklenecek… 

“Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyâmet kopmuş)tur. Gök de yarılmış ve artık o gün, o da çökmeye yüz tutmuştur.” (el-Hâkka, 13-16)…

Ses konusu yabana atılacak bir başlık değil doğrusu. Azgınlıkları nedeniyle birçok kavmi farklı yöntemlerle cezalandırıp helak etmiştir yüce Allah, Semud kavmi de dehşetli bir sayha/ses ile perişan olmuştur…

Ses ve frekans doğru yönetildiğinde evrende hep güzellikler olabileceği gibi, şeytani akıl tarafından yönetilirse, üzerimize musibet getireceğini görmeliyiz. Akıl sahiplerine ibretler var ayetlerde… 

Uzun zamandır şeytani akıl bu hususta çalışıyor ve uyguluyor da sistematik olarak… Belli bir alana, bir şehre ve hatta bir ülke üzerine kulağımız üzerinden ya da direk beyinlerin kimyasını etkileyecek frekans saldırıları altındayız. Son dönemde ortaya çıkan hastalıkların çoğu, bu başta psikolojiyi sonra da tüm vücudu olumsuz etkileyen frekans saldırılarının ürünüdür. Virüslerin mutasyonundan tutun da her türlü gıdanın da genetiğini değiştiriyor, insan DNA’sını dahi frekanslarla manipüle edilebiliyorlar artık…

Ne yapmalı, nasıl korunmalı, nasıl mücadele etmeli?… 

Müslüman aklıselim olacak, okuyacak, araştıracak, Allah’ın kitabını doğru anlayıp idrak edecek ki, şeytani akla galip gelsin…

Ben bu kıt aklımla ne yapayım da bu frekans hücumuyla baş edeyim diyorsan, çözüm basit yine…

İyi insan ol, paylaş, yardım et, Salihlerle beraber ol, nefsinin heva ve hevesine uyma, arın temizlen ve frekansını her daim yüksek tut. Sadaka ver bol bol, yetimi koru, naif ve nazik ol, alçak ve yumuşak sesle konuş. Allah’ı ve onun esmasını zikret bol bol teşbih et, seslice ve sayıyla yap, sık sık yap bunu. Dua et, tövbe et, yakar, muhafız meleklerin korumasını talep et, Allah’ın ayetleri ile talep et bunu. Sözlerin en güzeli onlar değil mi?...

Ha bir de abdestli gez, abdestli uyu… Abdest vücut auranı güçlendirir, bed frekanstan, bed nazardan korur seni…