Hadesten taharet, necasetten taharet… Namazın farzlarını anlatırken buradan giriş yapıyordu hocalarımız, küçüktük ve bu düz mantık bilinçaltımıza işleniyordu… 

Önce bedenimizi temizleyecektik, saçımızın sakalımızın, koltuk altımızın, cemi bedenimizin iğne ucu kalmayacak şekilde temiz olması farz dendi bize, öyle de yaptık, psikiyatrik derecede iğne başı kadar kuru yer kalmamasına özen gösterdik. Abdest alırken öyle, kıl dibinden kulak yumuşağına… oradan çene altına, sonra kollarımız dirsekleriyle beraber…

Sonra necasetten, yani pislikten temizlenmek şart, makbul bir namaz için… Elbisemiz temiz olacaktı, bir de seccademiz… Mezhepler el attı işe, biri “ istibra bir bozuk para kadar olursa namaz olmaz”, beriki “bal gibi olur(!) avuç içi kadarına müsamaha var”  dedi, sahih bir namaz don temizliğine bağlandı neredeyse… Her namazda bir vesveseye düştük, üst baş, don, seccade temiz mi? temiz… Haydi o zaman salata, haydi o zaman felaha…

Temizlik bu kadar anlatıldı bize, üstüne basa basa, altını çize çize, ateşle tehdit ederek öğrendik tahareti biz… Hocalarımız, din adamlarımız, büyüklerimiz ve hatta ceddimiz bundan öteye geçemedi temizlik hususunda…

Osmanlı kadim bir imparatorluktu, otoriteydi dünyada, İslam’ın bayraktarıydı… Biz biliyoruz ki İslam dini, peygamber efendimiz döneminden sonra zirveyi gördü Osmanlıda… Halife de başımızdaydı, ipten adam alırdı kadılar, kelle aldırırdı şeyhülislamlar… Her biri deha âlim zatlar, hadis kelam, fıkıh ulemaları mübarekler… Vakıflar medeniyetiydi Osmanlı, yolda kalmış leyleklere hizmet edeni de vardı, sokaklara balgamını atan Müslümanın(!) ifrazatını bir tutam külle kapatan “tükürük vakfı” da vardı mesela… Bunu öğrendiğimde önce hoşuma gitti, sonra canım sıkıldı… Anladım ki, “Temizlik imandandır” hadisi ve Kur’an diliyle temizlik, nesiller boyu doğru anlatılmamış bize…

Temizliğe, aslında beyinde başlanması gerektiği dikte edilmedi bize, daha küçücük bir çocukken, tap tazeyken beynimiz, hazırlatılmadı ne camide ne evde, ne okulda… Beyindeki pisliği önemsemedik çünkü… Hırsızlığın, rüşvetin, irtikâbın, kul hakkının, yalanın, kamu malına hıyanetin, tüm bunlara rağmen pişkin ve mağrur olmanın, pis bir beynin marifeti olabileceğini es geçtik… 

Kalp temiz değilse hasetlik, fesatlık, fitne, bağnazlık, merhametsizlik, adaletsizlik oluyor mesela, üzerine düşmedik… Kursak temizliği de neymiş, umursamadık… Yeter ki kazansın, büyük adam olsun diye her şeyi mubah gördük, gösterdik, teşvik ettik hatta… 

Okul müdürlüğüm dönemimden bir hatıram var paylaşayım sizinle… Öğrencilerimizden biri 26 gün devamsızlıkla sınıf tekrarına kalıyor, babası geldi… Kerli ferli bir iş adamı. “Hocam ne yapabiliriz, nasıl kurtarırız çocuğu” dedi… “Üç kez mektup yazmışız size, devamsızlıklarını haber vermişiz, ilgilenmediniz, artık yapabileceğimiz bir şey yok” dedim… “Rapor alsam devamsız günlerine” dedi, ısrar etti… “Otur dedim, oğlunu da çağıralım onun yanında söyleyeyim”  Çağırttım çocuğu, babasının karşısına oturttum… “Evladım, sen devamsızlıktan kaldın ve baban senin için geldi okula, ilk defa geldi üstelik… Senin için çok endişe ediyor, kalırsan perişan olursun, hayata geç katılmış olursun, yoldan çıkarsın maazallah diye kaygıları var.. Devamsızlıklarını halletmem için bir yol buldu… Sen de onaylarsan bunu yapacağız, ne dersin” dedim.. Pek umursamadı çocuk, oysa baba merak içindeydi… Devamsız olduğu günleri gösteren kağıdı uzattım çocuğa. “Bu günlerde okula gelmemişsin, baban o günler için bir doktor raporu getirecek ve ben de o günlerin devamsızlıklarını sıhhi izine çevireceğim”… Adam heyecanlandı, ayağa kalktı “Allah razı olsun hocam, hemen halledip geliyorum” dedi. “Nasıl halledeceksin” dedim. “Kapı komşum bir doktor var, ona söyleyeceğim, beni kırmaz halleder” dedi… Çocuk oralı değildi, otur az beyefendi, oğluna bir şeyler daha sormam lazım” dedim, oturdu…

Çocuğa döndüm, evladım sen bir halt işledin, sorumsuzluk yaptın ve devamsızlıktan kalma durumuna geldin doğru mu?”, başını sallayıp onayladı… “Ben, öğretmenlerin ve muhtemelen tüm ailen sana dürüst olmayı öğütledik değil mi?”, başını salladı yine. “Şimdi seni bu durumdan kurtarmamız gerekiyordu ve baban bir yol tavsiye etti, ben kabul edeceğim, ikimiz de ahlaksız olacağız… Baban birazdan dışarı çıkıp doktoru bulacak ve ondan senin için rapor isteyecek ve doktor geçmiş güne sahte rapor düzenleyecek, bir hastalık uydurup o kâğıda yazacak, yani ahlaksız ve yalancı olacak değil mi?”… “Evet” dedi… Gözlerine baktım, hiç umurunda değildi… “Evladım, senin sorumsuzluğun üç tane ahlaksız üretti farkında mısın?” dedim, başını eğdi..

“Ah ne yazık ki, sen de aynısını yapacaksın, senin çocuğun daha fazlasını yapacak oğluna… Bu okuldan mezun olduğunda, üniversiteyi de bitirip iş hayatına girdiğinde, fırsat eline geçtiğinde yani, kamu malı, yetim hakkı, olmayacak umurunda… Bu narsist kafanla, gözetecek misin kul hakkını bilmiyorum. Ben kendimden utanıyorum da, baban senden utanıyor mu, sanmıyorum…” 

Çocuğu sınıfına, babayı doktoruna uğurladım… Bir saat içinde geldi, elinde raporlarıyla, ne üzgündü, ne pişmandı, aksine sevinçliydi bu işi sulh ile hallettiği için… Bense tiksindim kendimden, sıradan sandığımız bu meselenin sirayet eden halinden…

Böyle böyle bozduk toplumu biz, çocuk ise kim bilir hangi makamda mevkide, hangi alengirli işlerin, akçalı mevzuların içinde… Doktor mudur, avukat mıdır, sanayici midir, berber mi kasap mıdır, kim bilir?… Belki meclis üyesidir, belki belediye başkanı ne fark eder… 

Bunlardan çok ürettik biz, bunlar bilirler de, bulurlar da birbirini… 

Ezcümle, taharet her yere lazım, kafaya, kursağa, kalbe, cemi bedene, çevreye ve topluma… Gerçek mümin, gerçek tahir olur…