“Göz, görmemek için vardır” diyor Aristo… 

Geçen hafta, varlık âleminin ya da maddenin zerre boyutta titreşen parçacıklardan, yani enerjiden, yani frekans paketçiklerinden oluştuğunu, Kur’an diliyle “nur” içerdiğini anlatmıştık… Bu doğruysa, şu iki gözümüzle gördüğümüz ne, şu beş duyu organımızla algıladıklarımız ne o zaman?...

Adına dış dünya dediğimiz bu varlık âlemi, gerçekte bir frekanslar ummanı ve biz bu ummanın içinde bir algılar sisteminin hapsindeyiz… Algılarımız sınırlı ve biz bu sınırlar içindeki gerçeklikle muhatap olabiliyoruz…. Maddesel gerçeklik sandığımız her şey, aslında elektriksel sinyallerden ibaret ve algılarımızın bize ilettiği hiçbir şey mutlak gerçekliğin kendisi de değil… Duyu organlarımız, onlara bağlı sinir sistemi yoluyla beynimize ulaşan iletiler orada bir “suretler alemi” oluşturuyor ki, bu elektromanyetik spektrumun sadece yüzde birinden gelen iletiler…

Gözümüz örneğin, ışık tayfının içerisinde kırmızı, mavi ve sarı rengi algılar, diğer tüm renkler bu üç rengin kombinasyonudur. Dalga boyu 4000 – 7000 Ao arasında olanların dışında mor ötesi ve kızıl ötesi ışık spektrumu göz algımızın dışındadır… Görme eylemi, gözün içinde değil beyinde gerçekleşir. Bu bakımdan gözümüze ulaşan ve mercek içerisinde eğilip bükülen görüntü, gerçeğin kendisi midir, diğer canlıların gördüğü ile aynı mıdır, bilmek mümkün değil… Yani göze dayalı gerçekliğimiz son derce eksik ve aldatıcı… Aynı şekilde insan kulağı, 20/20000 hertz aralığındaki sesleri duyar… Yarasa için bu sınırlar 2000/110000 hertz olduğuna göre, hangimizin algısı gerçek bilgiyi verir asla bilemeyiz…

Özetle beynimiz, dış dünyada olan bitenin %1 i kadarını, eşyadan iletilen sinyallerin algı boyutunda olanlarını duyularımız yoluyla alır, çözer, anlamlı hale getirir ve görsel bir projeksiyona çevirir…. 

İnsan için bu algıların sınırlı olmasının elbette ki bir hikmeti, bir avantajlı tarafı var ayrıca… Zira dünyanın ve gezegenlerin dönerken çıkarttıkları seslerden tutunda, mikroskobik canlıların ses ve görüntülerini duyuyor, görebiliyor olsaydık nasıl huzursuz bir hayatımız olurdu, düşünün…

Şunu tefekkür edelim önce, %1 ini idrak edebildiğimizin dışında, insana bilinmez olan %99 nedir? , algılayabildiklerimizin ötesinde ne var?”…  

Cevap tek bir cümledir artık, frekans ummanı ve her frekans boyutu için yaratılmış, iç içe geçmiş evrenler… Evrenin tüm bilgisi bu havuzda depolanıyor. Nörobilim, beyinde tek başına bir hafıza merkezinin olmadığını, bilginin kozmik evrende kaydedildiğini, ihtiyaç duyuldukça oradan çekildiğini, yaradılışta tüm nöronlara kaydedilmiş olan/uyuyan evren bilgisinin harekete geçirilmesi şeklinde çalıştığını keşfetti… Ölen bir bilim adamının ömrü boyunca ürettiği bilgi onunla birlikte toprağa karışmıyor yani. Bilginin, teknolojinin kümülatif artışı bu yüzden değil mi?... Ve hatta bir alanda yoğunlaşmış insanlar, zamanla uyurken bile kendisine bilginin aktığını söylerler. İlham, böyle bir şey sanırım… 

Tasavvufta nefsinin terbiyesini yaparak arınmış, frekansını üst seviyelere çıkartarak tekâmül etmiş, sıradan insanların ulaşamayacağı bilgi ve bilinç boyutuna ulaşmış zatlar, zahidler, evliyalar ve hatta en üst seviyede peygamberler sağlıklarında o frekans ummanından istediği bilgiye ulaşır. Uyanık ya da uyur hallerinde iken (trans da denilebilir) kendilerine bilgi akar… Peygamberlerin ulaşabileceği mertebe en yüksek frekans düzeyi olduğundan, onlara (vahdet-i vücuttan) vahiy yoluyla izin verilen bütün bilgi akar da akar… Evliyaların kerametlerini, yıllarca bitkisel hayatta kalıp uyandıklarında daha önce hiç bilmediği bir dilde konuşanları, ölümden dönenlerin ve hatta astral seyahatte bulunduklarını iddia edenlerin hikâyelerini yabana atmayın…  “Harabat ehlini hor görme, hazineye malik viraneler var”…

Varlık boyutuyla ele aldığımızda aynı zaman ve mekânı paylaştığımız, farklı frekans boyutlarındaki âlemlerden bahsedilir Kur’an’da…  

Cinler mesela, algı sınırlarımızın dışında bir frekansta, cüssesiz varlıklar…. Aynı mekânları kullanıyoruz onlarla… Aynı din ve aynı peygamber indirilmiş her ikimize de. İç içeyiz ancak karşılıklı bilinmezliklerimiz var. İletişim kurabilmek için (karşılıklı) farklı yöntemler kullanan ilim sahipleri var doğrusu. Kendi frekans düzeylerini onlarınkine eşitleyebilen, sürekli ya da geçici bir zaman için o frekans düzeyinde kalabilenler var… Bütün bu anlam veremediklerimiz klasik fizikle açıklanamıyor evet, iyi ki kuantum fizik, kuantum gerçeklik var… 

“Enerji(ışık) ve madde aynı şeyin farklı boyutlardaki izafi tezahürleridir” diyor Einstein. Yani makro âlemden bakarsan maddeyi, mikro âlemden bakarsan frekansı/ışığı (nuru) görürsün…

Büyük bir illüzyon, bir oyun, beynin yanılsamasından ve hatta levh-i mahfuzdan yansıyan (daha önce yaşanmış bir hayattan) holografik görüntünün bizzat izlenmesinden ibaret bütün bu müşahede ettiklerimiz…

İyi bilin ki, şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bunu bilmiş olsalardı! (Ankebut 64)… akıl sahiplerine ithaf olunur…

Haftaya “ses” üzerinde duralım ve bitirelim, bizimki farkındalık oluşturmak, bilimsel ve dini boyutta ukalalık haddimize değil, ilgi olursa derinlemesine dalabileceğimiz o kadar çok mevzu var ki… 

Hadi, bir hafta ses/sur/İsrafil/semud kavmi başlıklarını tefekkür edelim…