Sıradaki yazım eş durumundan keramet sahibi olanlara gelsin…
Evvel zaman içinde, Çaykara’dan, memleketimden ihtiyar bir pirifâni bir kafileye ekleşir, hac yoluna revan olur… Evvel zaman bu, teyyare yok, tomofil yok, telefon yok, telgraf yok… Günler aylar sürmüş bu yolculuk, kesesinde tüm parası ihtiyarın yeter mi yetmez mi muamma…
Ulaşmışlar nihayet, iki gözü iki çeşme Beytullah’a… Öyle büyük bir huşu, öyle manevi atmosfer büyülemiş adamcağızı. Bütün rükûnlarını yerine getirmiş kafileyle birlikte, öyle dalmış öyle motive olmuş ki, gözü görmez olmuş hiçbir şeyi. Kesesini düşürmüş bu kalabalıkta üstüne üstlük kafileyi de kaybetmiş, tam da dönüş zamanı… Aramış etmiş, öteye beriye koşmuş, tek bir tanıdık simaya rastlayamamış… Yorgun argın, aç bil aç, günlerce dövünmüş ağlamış ihtiyar. Nihayet Kabe’ye nazır bir köşede iki gözü iki çeşme dua ve niyazda iken uyuyakalmış teheccüd vakti…
Sabah ezanıyla irkilerek uyanmış ki karşısında nur yüzlü bir zahid… Eğilmiş kendisine doğru “Baba eren ağlama, üzülme, seni almaya geldim. Namazımızı kılalım, duamızı yapalım ve gidelim” deyip ön safta namaza durmuş. İhtiyar duyduğuna, gördüğüne anlam veremedi ya, bir huzur kapladı içini. Göz ucuyla takip etti, orta yaşlı, beyaz sakallı, nur yüzlü zahid adamı, namaz boyunca bakındı ona…
Dua ve niyazdan sonra kalktılar, musafaha ettiler birbirlerine. İhtiyar bir çırpıda başına gelenleri anlattı ağlayarak, diğeri sıvazladı omuzunu. “Adım Mustafa, bende sizin oralardanım, merak etme seni Çaykara’ya götüreceğim amma, beni de gördüklerini de unutacaksın. Kimseye de anlatmayacaksın” demiş, söz almış ihtiyardan. Şimdi belime tutun, gözlerini kapat, ben aç deyinceye kadar da açma” demiş, öyle de yapmışlar…
Kapamış gözlerini, bir tatlı esinti gelmiş önce, sis bulutundan geçmiş sanki, sonra yere değmiş iki ayağı. Birkaç dakika sürmüş bu hal… “Aç gözlerini babalık” diye seslenmiş Zahid… Gözlerine inanamamış ihtiyar, Çaykara da, merkez camisi önünde seher vakti bulmuş kendini… Kapanmış secdeye, şükretmiş ağlamış dakikalarca… Kalktığında ne Mustafa efendi varmış, ne de bir başkası çevrede… Yürümüş köyüne, yürümüş evine doğru, kafasında yaşadığı halin büyüsü, aklında bu mübarek zatın kim olduğu…
Şaşırmış ev halkı, öldü sanıyorlardı ihtiyarı. Çok vakit olmuştu kafilenin dönüşü ve üstü kapalı kara bir haberdi verdikleri. “Dedeyi kaybettik” demişlerdi sadece…
Kimseye anlatmadı ihtiyar yaşadıklarını ama bu mübarek zata tekrar ulaşma, onunla hemhal olma, tekkesi varsa tekkesine, tarikatı varsa tarikine intisab etme hayaliyle yanıp tutuşur olmuş…
Bu zahid, bu mübarek insanı sormuş, soruşturmuş, ismiyle siması ile tarif ederek izini sürmüş. Nihayet filan köyde filan mahallede oturur, çiftçilikle hayvancılıkla geçinir biri olduğunu öğrenip saatlerce yürüyerek ulaşmış muhitine…
Mustafa efendi evin hemen altındaki bahçede çalışır halde iken selam verip sarılmış eteğine ihtiyar…
“Keramet sahibi, ulu bir zatsın. Ben seni çok aradım, çok görmek istedim, tarikatına, yoluna intisap etmek istedim. Ne olur beni de yanına al, mürşidim ol” diye yalvarmış… “Baba, benim ne tarikatım var, ne de tekkem, ne şeyhim ben ne evliya… Gördün unut dedim sana, peşime de düşme diye tembihledim. Zahmet etmişsin, bu yaşında buralara kadar gelmişsin bu öğlen sıcağında… Bir ayran ikram edeyim hararetin geçsin, bir çorbamı da iç ve var git yoluna demiş” kazmasını küreğini sırtlanıp taş merdivenlerden evine doğru seğirtmiş. Yanında ihtiyarla birlikte ağır ağır çıkarlarken basamakları, kapıda bir kadın belirmiş, avaz avaz bağırır halde… “Tüüü sana e mendebur, evde yiyecek bir şey mi var, bir kuru ekmeğin mi var da yanına pejmürde bir adamı, bunak bir ihtiyarı katmışsın eve getiriyorsun… E rezil, e rüsvay adam yazık sana ettiklerime, yaptıklarıma, hizmetime…” Bir sürü şey saymış bir çırpıda. İhtiyar utanmış çekinmiş, “Vallahi karnım aç değil, hiçbir şey de istemiyorum. Ben sadece seni görmek istedim, eziyet zahmet olmasın, ben gideyim” dediyse de Mustafa efendi bırakmamış. Kadına hiç cevap vermeden, mütebessim halde avludaki çardakta oturtmuş ihtiyarı. İçeriden ayran getirmiş bir tasta. Bir parça somun ve bir tabak çorba ikram etmiş. Birlikte çalmışlar kaşığı… Arka odalardan hala kadının galiz hakaret dolu sesleri, sızlanmaları gelmeye devam ediyormuş. Ne yediği içine sinmiş, ne gördüklerine anlam verebilmiş ihtiyar. Mustafa Efendi hiç oralı değilmiş oysa… İhtiyar dayanamamış “Merakımı mazur gör ama, sen ki bu kadar muhterem bir zatsın, sabah namazına Kabe-i muazzamaya gidip gelecek kertede keramet sahibi bir zahidsin, bu kadının hali nasıl bir haldir? Bunun sana karşı hürmetsizliği, saygısızlığı nasıl bir aymazlıktır. Buna mukabil senin sınırsız sabrının ve hoşgörünün sebebi hikmeti nedir. Bağışla ama bu kadın senin gibi bir mübareği hak etmiyor. Nasıl tahammül edebiliyorsun, vallahi aşk olsun” deyivermiş…
Mustafa Efendi tek bir cümle kurmuş ihtiyara, yedirip , içirip yolcu ederken, “Hacı baba, bak bu kadın olmayaydı, bu hal üzre olmayaydı, benim de ona sabrım merhametim, tahammülüm eksik olaydı. Ne ben Kabe’yi görürdüm her sabah, ne sen dönebilirdin oradan bir gecede…. Karnın doydu, hararetin geçti, beni de gördün, ağır ağır dön köyüne…”
Sıradaki bu yazım eş durumundan keramet gösterenlere gelsin..