Lakap takardık öğretmenlerimize, yapmayanınız yoktur kabul edin… Kimi argo bir tabir olur, huyuna/huysuzluğuna ithafen, kimi sık kullandığı bir kelimeyle çağrıştırır onu, kimi kılık kıyafetine kinayedir… Taltif etmek için de kullanılır, tenkit etmek için de, bilse rencide olanı da vardır, mutlu olanı da, ama hoştur, güzel hatıradır öğretmene lakap takmak… Çoğu cuk oturur biliyorum…

Çaykara İmam Hatip Lisesi’nin ilk mezunlarındanım, iftiharla söyleyebilirim bunu. Çok zor şartlarda okuduk, çok çileli bir dönemdi bizimkisi, girsem çıkamam. Ortaokulu Dernekpazarı’nda okudum, fark derslerin sınavını verip geçtim İmam Hatip Lisesine, Eski bir binaydı okulumuz, pansiyonu vardı bodrumunda. Hakim bir tepedeydi, ahşaptı, öğrenci sayısına göre küçücüktü… Üç yıl orada okuduk, son sınıfta şimdiki binasına taşındı… 

Bir yıl pansiyonda kaldım, sıkış tepiş yaşadık rutubetli koğuşlarında. Soğuktu, sefillikti zordu bildiğin… Hamdi İLHAN okul müdürümüzdü, adamdı, babaydı gerçek manada karizmatik bir müdürdü, hürmetle yad edeyim… Öğretmenlerimizin çoğu babacandı, sevgi, saygı, arkadaşlık, kardeşlik üst düzey bir kültürdü okulumuzda… Orta kısımdan gelenlerin çoğu hafızdı, yaşları da büyüktü bize göre… Çok kaliteli insanlardı hepsi, ölenlere rahmet, yaşayanlara sağlık selamet dilerim… 

Çok başarılıydık okulca, bilgi yarışmalarında, sporda, münazaralarda ilçenin en iyisiydik. Kompozisyon, şiir yarışmaları yapılırdı çeşitli vesilelerle, ya birinciydim katılırsam ya ikinci… Havva vardı İnönü Lisesinde, onunla çekişirdik hep, rakibim oydu kompozisyonda…

İkinci yıldan itibaren ev tuttuk çarşıda, köprü ayağında, derenin üzerinde bir evde kaldık bir yıl, Dursun ve İsmet’ti ev arkadaşlarım… Yakın bir evde otururdu Harun UZUN, Orhan GENCEBAY’ a o alıştırdı beni, buradan da uzun bir hikâye çıkar ya saadete geleyim ben…

Sonraki yıllarda çarşı içinde bir evimiz vardı, Osman abiyle kaldık orada, diğere arkadaşlarımız da evlerde kalıyordu bizim gibi. Her odasında birkaç kişinin kaldığı küçücük odalardı bunlar. Mutfak yoktu, lavabo yoktu, banyo yoktu, bir oda bir tuvalet o kadar… Küçük bir tüpte ısıtırdık yemeğimizi, teneke sobamız vardı, kışlık odunlarımızı çuvalla getirirdik köyümüzden…

Hepimiz böyleydik işte, hepimiz sefil. Kimsenin imrenilecek durumu da yoktu, şikâyetçi de değildik halimizden… Cumadan köyümüze gider Pazar akşamları dönerdik, “zordu ama güzeldi”…. Bu minval üzereydik, sabah okuldaydık derste, akşam evimizdeydik biz. Yakın köylerde kalan arkadaşlarımız kilometrelerce yolu yürüyerek gider gelirlerdi, Holayısa’dan, Şur’dan, Hopşera’dan, Kadohor’dan ne güzel arkadaşlarımız vardı, pir pak… Hanefi, Ali (merhum), Yakup, iki Hasan, iki Tevfik, Murat (merhum), Ayhan, Dursun, üç Mustafa, Faysal, Kahraman, Nihat, Refik tertemiz çocuklardı, öyle de yaşadılar…

Hikmet ASLANTÜRK hocamız vardı, onu anlatacağım size, bazı öğretmenler böyle iz bırakır, böyle karakter oluşturur bu çağın gençlerine paylaşmak istedim…

“Efendii” koymuştuk lakabını, bağışlasın bizi… Bir lakap bir insana bu kadar mı yakışır anlatayım da hak verin… 

Meslek derslerimize gelirdi Hikmet hocamız, siyer, tefsir, akaid, kelam, vs… Müthiş bir disiplin ve ciddiyetle işler dersi, sürekli ödevler verir, itina ile kontrol ederdi. Öğretmeden asla geçmez, sululuğa, gürültüye müsamaha göstermez, zaman zaman dini meselelere mahsus kitaplar hediye ederdi bize… Naif bir insandı, sert mizaçlı görüntüsünün altında müşfik bir abi vardı, hissederdim bunu.

Bahsettim ya Çaykarada her birimiz derme çatma evlerde kalırdık, her birimiz ayrı bir binada, farklı bir muhitte… Bilirdi kimin nerede kaldığını, istisnasız her sabah, her birimizin evine, namaz vakti gelir, kapıyı çalar, “Efendiiii, kalk namaz vakti” diye ismimizle hitap eder, seslenir, cevap alıncaya, ışığımız yanıncaya kadar ayrılmazdı kapımızdan… Lakabını buradan almıştı tarafımızca… 

……

Sınıf başkanıydım eski binada. Dersimiz boştu sanırım, yandaki sınıfta konuşulanlar sınıfımızdan duyulacak haldeydi ahşap bina. Hışımla geldi, kızdı filan. “Gürültü yapanları yaz tahtaya” dedi bana gitti. Yazdım, sildim, uyardım ettim amma ille de gürüldü oluyordu işte. Teneffüs oldu, bitti, ders zili çaldı.. Yine gürültü var sınıfta, Hikmet hoca geldi, ders onunkiydi… Tahtada yazılı tek bir numara kalmış teneffüsten, “Hasan gel bakayım buraya” dedi hışımla, çantasından sopasını çıkardı. “Aç avuçlarını” dedi, her birine okkalı birer sopa indirdi… Yerine oturdu Hasan, içini çeke çeke ağlamaya başladı… Hikmet hoca oturdu masasına, başını ellerinin arasına aldı, öylece kalakaldı birkaç dakika… Sınıfta çıt çıkmıyordu, beklediğimiz bir şey değildi, şaşkındık ve hüzünlüydük… Neden sonra kalktı Hikmet hoca, Hasanın yanına gitti, sopasını uzattı Hasana, “Al bunu, sen de vur bana, ne kadar istiyorsan vur. Hıncını, hırsını alana kadar vur” dedi. Hasan şaşırdı, hepimiz şaşırdık… “Hocam ben nasıl vurabilirim size, olur mu öyle şey” diyordu Hasan, Hikmet hoca ısrar ediyordu ağlamaklı… Kabul etmedi tabi ki Hasan, özür diledi Hikmet hoca, yerine oturdu, başını aldı ellerinin arasına, söylendi kendi kendine….

 “Eeeey Hikmet efendiii, sen kimsin, kendini ne sanıyorsun ki bir mazluma dayak atıyorsun. Seni yatılı okullarda bu devlet okuttu, sana yemek verdi, yatak verdi, seni adam etti. Şimdi de sana maaş veriyor ki, bu çocuklara ilim öğretesin, terbiye veresin… Sen kim oluyorsun da bir çocuğa zulmediyorsun….”  Dakikalarca hayıflandı durdu… O hayıflandıkça, içimiz yandı, vicdanımız sızladı, kahrolduk… 

Büyüdükçe büyüdü gözümüzde o ufak tefek adam, ismiyle müsemma “Efendii”…. 

O bir ilim erbabı, Kuran hadimi, Hak aşığı güzel bir öğretmen, ellerinden öpüyorum, Allah uzun ömürler versin, aklıma geldi yad edeyim dedim…