“Eylül’de gel” diyordu Alpay, o hemen hepimizin dinlediği neredeyse klasikleşen melodisi güzel şarkısında. Oysa Eylül, gelmekten çok gitmek zamanıdır: Gitmek ya da gitmeye hazırlık çoğunlukla bu mevsimde yapılır. Biz de Eylül sonuna doğru oturup böyle bir yazı yazarız ve hâliyle başlığı: “Eylül de Geçti” olur. Sen gelmedin sevgili! Sen gelmedin ama bir Eylül daha geçti.

Gelmek, geçmek, gitmek… hepsi, eskilerin deyimiyle, mukadderât. Yâni kaçınılmaz kaderdir. Varsın, böyle olsun! Evvel Allah biz dergâh-ı Hak’da: “Bu da geçer yâ Hû” deyişini kırk senedir ta‘lîm etmekteyiz. Böyle bir ta‘lîm ve terbiyeden geçmeyenler için durum daha vahim olabiliyor.

Eylül en romantik, en hüzünlü aydır ve sanırım bu algı, bizde artık yerleşmiş bir kanaat hâlini çoktan almıştır. Yazdan sonbahara/hazan mevsimine bu geçiş sürecinde bendeniz de hüznü ağır basan ruh halini her zamankinden biraz daha fazla hissetmişimdir. Böyle hissetmemin sadece fani bir insan olmaktan değil aynı zamanda ve bilhassa tarihçi olmamdan ileri geldiğini fark ettim. Zaten gerçekten tarihçi olduğunuzda hemen her şeyi en az iki kat fazla hissedersiniz. İnsanoğlunun geçmişini öğrenmenin faturası yüksektir.

Şimdi geliniz, bireysel romantizm tarafımızı bir yana bırakıp, tarihteki Eylül’ler bağlamında birkaç kelam edelim!

1 Eylül sözde: “Dünya Barış Günü”dür mesela! Oysa o gün dünyanın en korkunç savaşının başladığı gündür. Hitler’in aç gözlü Alman canavarı, zavallı Polonya’yı işgal etmeye başlamış o gün. Bütün canavar devletler altı yıl boyunca dünyanın büyük bölümünün altını üstüne getiren bir savaşa tutuşmuşlar. Dünya barış günü var ama maalesef dünya bir gün bile barış içinde olmamıştır. İsrail, Gazze – Filistin – Lübnan – Suriye – İran.. gibi yerlere ölüm yağdırıyor şu an.

Bu devirde adı olup kendisi kat‘yen olmayan şey nedir? El-cevap: Barıştır. O halde bu canavarlar arasında hayatta kalmanın yolu, Kanuni Süleyman’ın yıllar önce verdiği formül doğrultusunda hareket etmektir: “Eger ister isen sulh u salah, her dâim cenge hazır ol”! Barış istiyorsan, savaşa dâima hazır olmalısın!

Savaşa iyi hazırlandığımız günün ertesinde başlamıştık güzel yurdumuzu Yunan işgalinden kurtarmaya. 1922 Eylül’ünün ilk iki haftası içerisinde Anadolu’nun İç – Batı ve kıyı kesimlerini kurtarmak (ki Doğudan Batıya 400 kilometre uzanan bir sahadır sözünü ettiğimiz) savaşa çok iyi hazırlanmış kurmay subay aklının, daha doğrusu dehasının eseridir. Bu inanç ve güç karşısında Mudanya’da sıraya dizilmiş üç canavar devletin temsilcileri sulha zoraki razı edilmişlerdir.

Siz cenge hazırsanız, ancak o zaman sizin için sulh olabilecektir. Yukarıda bahsettiğim o dünyayı kasıp kavuran savaşta bizim tarafsız kalabilmemiz de bir güç meselesiydi: Türkiye’nin 1939’daki gücü, kirli bir savaşın parçası olmaMAyı başarabilmişti. 1914’ten aldığımız acı dersin neticesiydi 1939.

Ülkemizi dışarıdaki savaşlardan koruyabilmek ne kadar önemliyse, içeride hakiki bir sulh ortamını tesis etmek de bir o kadar mühimdir. Zaten içeride huzuru, kaynaşmayı sağlayamamış olan ülkeler kısa sürede dışarıya yem olurlar: “Lübnanlaşmak, Filistinlileşmek..” gibi! Allah korusun! Birbirleriyle zerrece duygu, inanç, hedef bağları kalmamış, gettolaşmış gruplara ayrılmış bir ülkenin yıkılması kaçınılmazdır. Önce sizi – haklı görünen gerekçelerle birbirinize düşürürler; sonra size istediklerini yaptırırlar…

Türkiye, bu içeriden çökertilmek tehlikesini hep yaşadı, yaşıyor. 1950’lerden itibaren büyük şeytanlar, eski tezgahlarını bu ülkede tekrar açtılar: Birbirine düşür, böl, parçala, yönet! tezgahıdır bu. 1960’taki darbe şeytanın hedefine giden yolda kazandığı ilk basamak oldu. Ülkemiz insanının birbirine karşı kin seviyesini arttırmak için darbeciler eliyle yargısız infazlar, hukuksuz idamlar yapılmalıydı; yapıldı.

14 Eylül günü vakit akşama doğruydu. Uzakta görebileceğim – çünkü yakınında bulunmak dahi yasaktır - en iyi konumlardan birine geçip izlemeye daldım “İmralı” dedikleri adayı. Orada, 1961 Eylül ortalarında peş peşe idam edilen bakanları ve başbakanı düşündüm. Hasan Polatkan, Fatin Rüştü ve Adnan Menderes’e mezar olan bu acılar adası, 25 senedir bir terörist başına tahsis edilmiş durumda.

Büyük şeytanların 1960’ta Türkiye’ye karşı içeriden kazandıkları ilk raund, acı meyvelerini 1970’lerde kitlesel boyutta verdi. Önce aldatıcı bir tatlı mahiyetinde sözüm ona özgürlükçü bir anayasa hazırlatıldı, 1961’de. Çok geçmeden özgürlük bize bol geldi galiba! Başta sağ – sol gibi envâi çeşit uyduruk kavramlarla kamplaştırıldık. Akıl – vicdan tutulmasının iyice yükseldiği cinnet ortamında büyük şeytan bu kez: “Kurtarıcı” rolünde çıktı sahneye, 12 Eylül 1980’de…

Eylül, romantizmin, hüznün ötesinde daha çoook şeyler yazdırır tarihçiye.. Onlar da belki – inşallah başka yazılara diyelim. Vesselâm.     

DR.SALİH EROL