Bir insanı tanımak, bir âlemi tanımaktır. Çünkü her insan bir âlemdir ve Allah âlemlerin Rabb’idir. Yine de âlem insanla sınırlı bir şey değildir elbet. Âlemler içerisinde – bildiğimiz bilmediğimiz- cümle mahlukâtı ve mevcudâtı barındırır. Tabiatıyla bizler insan olduğumuzdan en çok ilgilendiğimiz, üzerinde kafa yorduğumuz mevzu insandır. Kadîm şâirlerimizden biri ne kadar hoş söylemiş: “Zâtına hoşça bak ki zübde-i âlem sensin”. Zübde: Öz anlamındadır. Bu âlemin özü, halefi insandır. O yüzden insana iyi bakmak gerekiyor.
İnsanın öncellikle tanıması gereken şey kendi özü meselesidir. Bu, kolay gibi görünen ama en zor tanıma, tanışma sürecidir: Kendini tanımak, kendini her geçen an daha da iyileştirmek en mühim uğraştır. Bu çaba ömür boyu sürmelidir. Nefsini tanıyan Rabb’ini tanır; Rabb’ini tanıyan diğer bütün fanî insanları daha iyi tanır; eskilerin deyimiyle âşinâ olur. O zaman bölünmüşlükler, bizi birbirimizden ayıran ve aşılmaz zannedilen sınırlar bir bir ortadan kalkar. Resmi, bütüncül bakışla görme fırsatı yakalarız.
Bunca teknik gelişmişliğimize, bunca iletişim kanallarına rağmen bizler hâlâ hakiki medeniyet yolculuğunda oldukça ilkeliz. Kendimizi tanıma zahmetine girmeyince, herkese üstenci ve yüzeysel bakıyoruz. Çoğulculuk gibi görünen envai çeşit kanallar (şimdiki gençliğin deyimiyle: linkler) bizi birbirine gerçek anlamda bağlamıyorsa temelde bir zihniyet yanlışlığı var demektir. Hemen herkes sanal ortamda, sözüm ona çevrimiçi ama gerçekte birbirine yabancı, bir diğerinden uzak. Belki de en önemlisi de kendinden fersah fersah uzak. Bir ara düşündüm de bu durum için dilimden: “Çevrimiçi Ölüler” tamlaması döküldü.
Theodore Zeldin: “İnsanlığın Mahrem Tarihi” başlıklı kitabında bu gerçeğe şöyle dikkat çekiyor: Envai çeşit mahrem alanların – ilişkilerin örümcek ağlarıyla sarmalanmış dünyamızda insanlık, birbiriyle henüz doğru dürüst birbiriyle tanışmamış büyük bir ailedir. Evet, değerli dostlar! Bunca muhtelif iletişim araçları, soysal diye yutturulmaya çalışılan sanal iletişim(sizlik) ağları insanlık âlemini/ailesini birbiriyle gerçekten tanıştırmak gayesine hizmet etmiyor. Tam tersine her türlü taassubu körükleyerek safları kendi içinde sıklaştırmaya ve rakip saflarla sıkı çatıştırmaya hizmet ediyor.
İnsanoğlunun kendine özgü hususiyetleri, diğerlerinden farklı hasletleri konusundaki İlâhî işaret göz ardı ediliyor. Hucurat Suresi 13. ayette insanlığa nasıl bir ilâhi sesleniş var?: “Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah sizi bir erkek ile bir dişiden yarattı..”. İşte, bu bizim asla kaybetmemiz gereken ortak bağımızdır. Farklılık gibi görünen hususiyetlerimiz ise, birbirimizi daha iyi tanımamız ve daha da önemlisi İlâhi yaratılış zenginliğini idrak etmemiz içindir. Yoksa, çarpıtılmış, modern: şeytanî izmlerin yaptığı gibi çatışma vesilelerimiz değildir farklılıklarımız. Onları ne inkâr etmeliyiz; ne de onları kavga nedeni yapmalıyız. Allah, her türlü kötülüklerden, aşırılıklardan sakınanları üstün saymıştır. Onun dışında insanların – toplumların ve devletlerin birbirleriyle yapmakta oldukları cümle üstünlük savaşları – kendi yurdunu savunmak haricinde – cinayettir.
Sadece bir yanıyla – o da makine yönüyle – gelişmiş insanlık hâlen fikri düzeyde iptidâidir maalesef. Görüşlerinizi, tezlerinizi karşınızdakini top ateşine tutar gibi paldır küldür sıralayarak, “haklılık” gösterisi yapıyorsanız, bu olgunlaşmadığınıza, hamlığınıza işarettir. Yâ dayatmacı davalarını kabul etmeyenleri sindirme, öldürme hakkını kendinde görenlere ne demeli? Ben psikopat – câniler diyorum, her kim olurlarsa olsunlar.
Ne diyordu, eski(meyen) zaman bilgesi?: Dağları yerinden oynatacak bilgim de olsa, içimde sevgi olmadıktan sonra ben bir hiçim! İnsanoğluna bilgi de gereklidir ama daima onun üstünde sevgi olmalıdır. Bakın, bilgi olmadan sevgi güçsüzdür. Sevgi olmadan bilgi yıkıcıdır. Bu kadar net! Şu enformasyon/bilgi/teknik …v.s. adlarla adlandırılan bu kendini beğenmiş çağımızda yıkıcılık küresel katliamlar boyutunda yaşanıyor. Neden mi? Çünkü gerçek bir sevgi anlayışı oluşturmayı becerememişiz. O kitle iletişim araçları da iletişimsizliği; dahası nefreti körüklemektedir. Bundan faydalanan ve birbirlerine çok karşıymış gibi görünen gruplar/kişiler/partiler.. vardır.
Oysa ki Konfiçyüs’ün binlerce yıl öncesinden söylediği gibi: İstisnasız her insana çok önemli bir misafirini ağırlıyormuş gibi içtenlikli bir muhabbetle davran! Yoksa rekabetçi – bireyci modern çağın ilk dönemlerinde yaşamış Montaigne’nin dediği durum kaçınılmazdır: Hayat, hissedenler için trajedi; düşünenler için komedidir! Burjuva, 16. asırdan ve Avrupa’dan başlayarak dünyayı beş yüz yıl içinde küresel bir tımarhaneye dönüştürdü. Herkes, kendi bencilliği – bireyciliği – hırsları – kabalığı ile paranın karşısında zavallı duruma getirildi ve süreç böyle son sürat devam ediyor.
İşin en trajik tarafı, din/inanç temsil iddiasındaki yapıların da bu kaba hırs çağında şiddeti, hırsı besleyen taraflarda yerini almış olmasıdır. Değişen zamanın dönüşen din(ciler)ini bir başka yazımızda ele alalım. Şimdilik şu kadarını belirtelim: Din/inanç, iktidarın tadını alır almaz, onun peşine hangi nedenle düşmüş olduğunu unutur. İktidardaki din, öncellikle saflığını yitiriyor.
Biz, bu hoyrat çağda, bütün kabalıklara – kavgacılıklara, hırslara karşı insanı – âlemi ve onların hepsinin üstündeki Yaratıcı’yı tefekkür etmeye devam edelim! Vesselâm ve duâ ile..
DR.SALİH EROL