Ahmet Taştan'ın Köşe Yazısı

Kur’an-ı Kerim meali okurken bazı ayetler beni derin düşüncelere gark ediyor. Bu seferki  ayetlerde Rabbim insanların üretmiş oldukları bazı kelime, terim ve tabirleri yepyeni anlamlarla süsleyip değiştirdiğini fark ettim.

İnsanların arasında yaygın olarak kullanılan kelimelere değişik anlamlar yükleme sanki bir güç işi. Sadece mantıksal değil, haklılığını kabul ettirecek bir etki gücüne de sahip olmalı ki eski mananın yerine yenisi ikame edilsin. Yüce Allah’ın bunlardan daha ötesinde gücü olduğuna imanımız tamdır, şükürler olsun.

Bu konuya örnek olacak Tevbe suresinin 61. ayet-i kerimesi dikkate değer.

Bazı münafıklar peygamberi “O bir kulaktır/ her duyduğuna inanan safın biridir!” diyerek üzüp incitirler.... “Ey peygamber! Sen onlara de ki; Evet o bir kulaktır ama sizin için hayırlı şeyleri işiten bir kulaktır. O yalnız Allah’a inanıp güvenir, müminlere de güvenir. Sizden inanan kimseler için, bir rahmet/sevgi ve şefkat kaynağıdır Allah’ın elçisini incitip üzenler için acıklı bir azap vardır.”

Buradaki mecazi anlamda kullanılan “kulak” kelimesinin manasını değiştirip tekrardan anlamlandırması beni çok etkiledi. Bu, bir insanın/toplumun elindeki kelimeyi alıp yepyeni bir manayla tekrar ona sunulmasıdır.

Öyle sanıyorum ki bir dahaki sefere böyle bir kelimeyi “alay olsun” “peygamber incinsin” diye kullanmaktan çekineceklerdir. Çünkü güçlü olan yeni bir anlam yükleyip onların ileri sürdüklerini perişan ediyor.

Hatırlıyorum bir vakit,  ben de “uydurma” kelimesi üzerinde böyle bir düşünce geliştirmiştim. Hani bazen size “uydurma” derler. Buradaki manası “atma, sallama, manasız manasız konuşma” demek anlamına gelir.

Lakin ben “uyduruyorum haydi kolaysa sen uydur bakalım” diye bir çıkış yaptığımda muhatabımın diline dolanan “uydurma” kelimesini “denk getirmek, münasip bir şekilde cevap veriyorum” manalarına kullanıyorum.

Zaten ben her zaman derim ki “usta olan adam uydurur, acemi çırak uyduramaz, ya bozuk yapar ya da bırakır gider. Lakin usta öyle olmazsa, böyle; böyle olmazsa, şöyle yaparız der ve yine de uydurur, yakıştırır, denk getirir.

Kelimelere yeni mana verme işi oldukça mühimdir. Mevlana Celaleddin Rumi bu anlamda şöyle söyler.

“Zannetme ki öyle böyle bir söz

Haydi sen de söyle böyle bir söz.

Kolaymış gibi söylenen sözler, aslında derin bir manayı da içerir. Sözün bilinen/yaygın manasından başka, yeni bir mana ile telaffuz edilmesi heyecan verir ve insanları etkiler.

Yeni mana vereceğim diye saçma sapan sözler de uydurmanın da bir anlamı yoktur.

Yeni anlam oluşturmak, sayısı belli kelimelerin farklı biçimde ve değişik vurguyla telaffuz edilmesiyle mümkün olur. Bu, insan aklının uçsuz bucaksız tahayyül gücüdür. İstifade etmek gerekir.

Sizden bir ricam olacak... Bu özgürlük kelimesine bir ayar çekmek lazım. Medyanın gücünü elinde tutan küreselciler, büyük bir operasyonla “özgürlük” kelimesini bireyciliğe, kişisel arzu ve isteklere hatta rahat rahat günah işlemeye daha da ötesi inkârcılığa kadar vardırdılar.

Biz de özgürlüğün manasını, insanın bireysel veya toplumsal sorumluluklarını yerine getirmek olarak  düzeltemez miyiz?

[10:05, 24.08.2023] Ahmet Tastan: YÜRÜMEK, OKUMAK, KÖPEKLER ve MEKAN

Son yıllarda yapmış olduğu gibi sıcak ve uzun tatil günlerinde çocukların eğlenip spor yaparken Kur’an’ı Kerim okuyacağı, ilmihal ve siyer bilgilerini öğreneceği yaz okulunu tekrar tamamlamıştı.

Sonrasında yorgunluğunu atmak için güzel bir yol bulmuştu. Genellikle tercih edilen deniz kıyısı yerine daha sakin ve mazbut bir yer olan kaplıcalar beldesine gelmişti.

Sıcak suların şifaya vesile olduğu bu beldede seher vaktinin o mükemmel atmosferine karşı duyarsız kalamadı. Elinde kitabıyla kendini sokağa bıraktı. Çocukları eğlendiren oyun sahalarıyla, barbekülerin müsait yerlere serpiştirildiği bu geniş park, akşama doğru kalabalık misafirlerini ağırlıyordu. Fakat o, yani gezerek okumaya mahkum olan adam ise vaktin en sakinini severdi.

Bir gün önce gezerek okuduğu kitabını, şimdi bir bankta okumaya devam ediyordu. Kitabın satırlarında mukîm olan Osmanlıca Farsça kelimeler dikkatini toplaması gerekirken zihin dağınıklığına sebebiyet vermişti. Bir an dikkati uzaklardan gelen köpek havlamalarına, yakın ağaçların dalına konmuş kuşların cik cik seslerine takıldı.

Havanın hafif soğukluğunu teninde hissederken sokaklardaki sessizliği temaşa ediyordu. Kuru havasına meftun olduğu bu güzel beldenin parkında belediye tarafından yapılan düzenlemeler belli belirsiz devam ediyordu.

Dübecikler camiinde sekiz on kişilik bir cemaatle namazını kılmış, Gurabahane-i Laklakan isimli kitabı eline almış, kimselerin olmadığı sokakta kapalı dükkanları, inceleyen bir gözle takip etmişti.

Bu tenha sokaklarda ilgisini çeken şey insanlara zararı olmayan, munis huylu köpek sayısının çokluğuydu. Ünlü bir roman yazarı olsaydı, kaleminin gücüne sığınır köpekleri boyuyla, kilosuyla, tüylerinin renkleriyle, kendi aralarındaki dalaşmalarıyla tek tek yazardı. Fakat şimdi göze takılan gecenin kör karanlığında bile havlayan köpekler değildi sadece huzur dolu bu mekandı.

Yolun kıyısında saf saf  ağaçlar, nasıl bir rahatsızlık vermiyorsa sokağın ortasında, sağında ya da solunda sere serpe uzanmış köpekler de aynı şekilde rahatsız etmiyordu.

Bu köpek havlamaları o bölgenin yabancısı olan köpeğe karşıydı. Çete gibiydi köpek sürüleri. Selamünaleyküm ve aleykümselam...

Bunca köpeğin olduğu yerde değneksiz gezilmez düşüncesiyle saçlarını kırlar düşmüş tecrübeli ve yaşlı bir adamın selamını mukabele etmişti o anda. Güneş, eşyaların boyunu iki mislinden fazla yere serdiği o kutlu vakitte, sokağın öbür ucunda gözündeki mahmurluğu giderememiş insanları gözlüyordu tek tük.  

Bütün insanların evlerinde dinlendiği böyle bir demde sokaklarda, yürüyerek kitap okumanın tadını hiçbir şey de almıyordu. Kendisini farklı görmekten ziyade vaktini boş geçirmediğinin hissiyle mutlu oluyordu. Hayatın anlamı dolu dolu geçirmekte gizliydi belki de.

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenden” diyen şairin ne demek istediğini ruhunun derinliklerinde hissediyordu. Gecesini ve sabahını değerlendirebilen insanları, hayatı boyunca kıymetli ve değerli görmüştü. Öğrenmenin ve bilgi sahibi olmanın yolu uykuyu kısmaktan geçiyordu. Rahatına düşkün insanların yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Bir taraftan sıcak suyla şifa dağıtan hamamların havuzların tadını çıkarıyor  diğer taraftan bilgi deryalarında kulaç atıyordu. Üç dört günlük  bir dinlenme yetecekti ama yürümek ve okumak her daim devam edecekti.