Osmanlı’yı bir sınıflar arası mücadele olarak okuma yöntemi; Şerif Mardin’in de pek çok kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntemin temelinde Osmanlı’nın iktisadi sistemi yer almaktadır. Osmanlı’da “Asta Tipi Üretim Sistemi” olduğunu söylemek, bir bakımdan doğru bir bakımdan da yanlıştır. Yanlış olmasının sebebi Osmanlı’nın artı mala el koymaması; doğrudan doğruya artı mala izin vermemesidir. Doğru olmasının sebebi ise toprak üzerindeki devletin mutlak egemenliği ve tipik bir doğu despotizmidir. Osmanlı’da özellikle 16. Yüzyıldan itibaren hem Celali İsyanlarında hem de Suhte isyanlarında da net bir şekilde görüleceği üzere Merkez-Taşra gerilimi açık durmaktadır. Biz bugün bu yazımızda, bu çekişmeyi bir sınıf mücadelesi olarak okumayı tercih edeceğiz.

Doğu dünyasında, Teolojik gelişmelerin kökeninde genellikle ihtilaflar yatar. Bu durum aslında bizi Batı Teolojisinden de kuvvetli bir biçimde ayırır. Batılılar, teolojilerini kendi hümanist siyasetlerine göre ayarlarken biz siyasetlerimizi teolojilerimize göre taksim ederiz. Bu bakımdan; Batı, muasırlaşmak için dini zapt ederken; Doğu, muasırlaşmak için dini kavramaya çalışır.

Osmanlı’da Teolojiyi okumak aslında Merkez-Taşra farkını anlamaktan geçmektedir. Osmanlı’da 16-17. Yüzyılda dahi, İmparatorluğun her bakımdan en güçlü zamanları, medreseli Gazzali Sünniler ile taşralı Heteredoks düşünce sürekli zıt düşmekte ve ilginç bir mozaik oluşturmaktadır. Bu mozaiği anlamak için Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi birebirdir. Çelebi, köklü bir aile geleneğine sahip Enderunlu bir entelektüeldir. Medreseden kurumsal İslam’ı öğrenmiştir. Çelebi, katıldığı kuşatmalarda genellikle daha Anadolu Taşrasından gelen askerlerle konuşurken onun uyduğu kaideler ile savaşçıların uyduğu kaideler arasında derin farklar kendisini göstermektedir. Seyahatnameyi okurken bu iki tip İslam ve Medreseli-Taşralı İslâm gerilimi pek mühimdir. Bu, ilginç ve okuması keyifli bir mozaiktir. Çelebi’nin üslubu ve uyduğu kaideler ile taşralı savaşçının inandığı şeyler arasındaki farklılık, okuyanı güldürür bir biçimdedir. Ancak, Osmanlı’nın en tanınır ve muhtemelen en prestijli Şeyhülislamlarından olan Ebu Suud’un fetvalarında aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir.

Bu noktada, bürokrasinin bu taşralılara karşı verdiği cevaptır. Bu hususta, Ebu Suud’un –İnegöl İshak Paşa Medresesinde görev yapmıştır– fetvalarını inceleyebilirsiniz, internette pek çok platformda halen satılmaktadır. Ebu Suud’un fetvalarında şunu rahatlıkla görebilirsiniz, taşrada herkes bambaşka İslamları yaşamaktadır. Ramazan’ı, orucu ve daha pek çok kaideyi farklılaştırmış kişilere karşı Ebu Suud çok kapsamlı bir mücadele vermiş gibi gözüküyor. Ki Ebu Suud; Yunus Emre’yi ve Hallac-ı Mansur’u bile yasaklamak gibi uç girişimlerde de bulunuyor. Ebu Suud gibi bir bürokratın yaptığı bu girişimler aslında durumun vehametini Osmanlı’da yaşanan İslâm’ın çift yüzünü ortaya koymaktadır.

Bu durum, Cumhuriyet’e kadar böyle devam etmektedir. Kurtuluş Savaşı Edebiyatı’nın başat eserleri, Yaban en güzel örnek olacaktır, bu durumu ortaya koymaktadır. Yahut Cumhuriyet’ten sonra köyleri gezen Cumhuriyet Komiteleri de aynı durumu bildirmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri, Kur’an ve Buhari Meali çalışmaları aslında bu merkez-taşra gerilimini giderme amacına hizmet etmektedir. Ebu Suud’dan beri Osmanlı’nın çabaladığı bu gerilim ancak 1980’lere doğru geldiğimizde hatırı sayılır bir biçimde azalmıştır.

Genel porteyi böyle okumak ve kronolojik olarak sıralamak mümkündür. Taşrada neden Heteredoks düşüncenin yaygınlaştığı da ayrı bir meseledir ancak şu anda merkezin neden Gazzali ekolüne yöneldiğini düşünmek istiyorum.

Aslında bu durum, Nurettin Topçu’nun İslâm Medeniyet Tarihinin tam kalbine koyduğu bir meseledir. Bu mesele, daha özgürlükçü düşüncelere sahip İbn Rüşdçü Molla Zeyrek ile Mutlakiyetçi düşüncelere sahip Gazzalici Hocazade’nin yaşadığı çekişmeye yoğunlaşmaktadır.  İstanbul’un fethinden sonraki dönemde gerçekleşen bu ihtilaf, Hocazade’nin üstünlüğüyle neticeye varmıştır. Yazının başında değinmiştim; bizde siyaset, teolojiye göre hareket eder diye. Hocazade’nin galibiyeti de bir bakıma Osmanlı’nın gelecekteki yapısının ayak sesleri olacaktır. Bu andan sonra da sarayda Gazzalici etki net bir biçimde hissedilecek, ardından bu İslâm Cumhuriyet ile bizlere gelecektir.

Osmanlı’da din düşüncesinin ve yaşamının gelişimi-dönüşümü elbette çok daha tafsilatlı bir konudur. Bu yazımda, okuyucuya ancak bir genel çerçeve katmayı hedeflemiş bulunmaktayım. 

ALİ KURNAZ-Halil İnalcık Sosyal Bilimler Lisesi öğrencisi