Hemen öbür sokağımızdaki Filistin/Gazze dayanılmaz acılar içindeyken Allah (CC) Anadolu coğrafyasına bol ve bereket takdir ettiğini, sadece para etmiyor diye kasa kasa dökülerek zayi edilen meyvelerden ve  kamyonlarla hayrına dağıtılan kavun karpuzlardan değil; Domaniç’te oturan ablamın/eniştemin bahçesinde yetişen eriklerden, bademlerden, cevizlerden, elmalardan gördüm.

Rabbim, nimetlerini dalların ucundan avucumuza bırakırken aklıma Hz. Yusuf'un yorumladığı Firavun rüyasındaki yedi yıl bolluktan sonraki yedi yıl kıtlık hadisesi geldi.

Hikmet-i Hüda, mülk onun kanun onun. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahip.

Oturup çayımızı yudumladığımız bu yeşil cennette, başımı sağa çeviriyorum rengiyle tadıyla kendine has bir nimet; öbür tarafa çeviriyorum çeşitli meyveleri  görüyor ve Rahman Suresindeki  “Allah'ın hangi ayetini inkar edersiniz ki!” ayet-i kerimesi aklıma düşüyor.

Hiç birini inkar etmiyoruz hamdolsun, her birine şükrediyoruz

Bu kadar nimetini  görüp kudreti karşısında ancak secdelere kapanmak ve tefekkür etmekle hakkını vermeyi çalışacağımız bir atmosfer içinde buldum kendimi. Bu atmosfer bambaşka bir dünyalara sevk ediyor zihnimi.

Bazen diyorum, tefekkür etmeyi de öğretmek lazım gençlere. (Ben çok iyi biliyorum ya(!)

Düşünmeyi de öğretmek lazım reklam çağının çocuklarına.

Ne alacaklarını, ne giyeceklerini, ne yapacaklarını, ellerinden düşürmedikleri ekrandan öğrenen ve yaptıkları taklitten öteye geçmeyen bu çocuklara, koca bir kainatın ortasında nasıl düşünmeleri gerektiğini anlatmak gerekiyor sanırım.

Bir kısmını yaşadığım bu tefekkür sürecinde, büyük masraflarla yapılmış depodan çıkan soğuk su yudumlarken:

 “Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir?” (Mülk Suresi 30. Ayeti) düşündüm. Çünkü sağ ve solumuzdaki bahçelerini sulamak için kadınlar saatlerdir bekliyordu.

Bir de şu gelse onu kullanırken kavgalar çıkabilirdi.  Çay muhabbeti esnasında konuştuk bunları.

Gölgenin cimrilik yapıp ağaçların dibinden ayrılmadığı vakitlerde içimizi serinleten, susuzluğumuzu gideren ve içmeye doyamadığımız bilek kalınlığındaki hortumlar da bir ahtapotun kollarını anımsatıyordu.

Sonra yaşlanmış yüce söğüt ağacının gölgesine inşa ettiğimiz barakaya benzer kulübenin önünde yorgunluğu atıyoruz. İkindi çayı eşliğinde közde taze haşlanmış mısırları dişlerken, yeşil elma ağacına takıldı gözüm.

Bir dalına iki dayanakla dik tutmaya çalışan eniştem.: “Dallar kırılmasın diye böyle yaptık” dedi.

Lakin gövdeden ayrılan ikinci dal o kadar şanslı değildi. (DEVMA EDECEK İNŞALLAH!)

AHMET TAŞTAN