Koca elma yüklü dal eğrilirken kırılmış ama hala yeşil yapraklıları ve üzerindeki yeşil elmaları  koruyordu. Yani ne yaprakları sararmıştı ne de elmaları çürümüştü.

İşte tefekkür edeceğim bir nokta da burası oldu. Kırılmış olduğu halde gövdesine bağlı bölümünden aldığı gıdayla yapraklarını ve meyvelerini besleyen bu yeşil elma ağacı, bana;  bir yönüyle de olsa geleneklerinden;

bir kısmıyla da olsa köküne, ailesine bağlı olan nesillerin yaşamlarını sürdürebileceği fikrini aşıladı. Köklerinden koparılmış nesiller, savrulmaya, kurmaya ve dahi sararmaya en yakın yerde dururlar.  

Bayramdır, seyrandır, cenazedir, düğündür vb. noktalardan geleneklerine bağlı ve milletin tarihi ruhuyla irtibatlı nesiller yetiştirmek gerekir.Ayrıca biraz daha derin düşündüğümde şu fikirler doğdu zihnimde.

Nasıl ki her coğrafyanın, her iklimin meyvesi/sebzesi ona göre yetişiyor ya. Acaba bir ağacın dalı da kaldıramayacağı meyveyi büyütür mü?  

Burada tefekkür etmemiz gereken nokta şu: İlahi sevkiyatla biçimlenen meyve ağaçlarından, yani gübrelenmeden ve fazla sulanmadan yetişirse dallarının taşıyamayacağı meyveyi ikram eder mi insanlara?

Bilmiyorum böyle bir konunun deneyini ve takibini yapan var mıdır?

 Diyelim ki gübresini ve suyunu gereğinden fazla verdik, acaba meyve ağacının genetiğindeki kodlanmış formülü bozar mıyız? Belli bir miktara ayarlanmış hücreler fazla besin alınca çürür mü?

Her sene meyve ağacı, aynı miktarda mı verir? Yarattığı varlıkların rızkını tayin eden Allah, hangi canlının boğazından ne geçeceğinin miktarını bilir. Allah bir ağaca da dış etkenler olsa da olmasa da bir meyve verme kapasitesi yüklemiş midir?

Bir de bu meyvelerin kuşlar böcekler ve benzeri varlıklar tarafından tüketilmesi de ilahi kanunda yazılmış bir takdim biçimi midir? Yani insan elinin dokunmadığı her noktada oluşan hadiseler, ilahi vahyin gölgesinde zuhur etmektedir? Sorular, sorular...  

Sormaya gerek yok belki de.  Bir yaprak bile Allah'ın ilmi dışında yere düşmezken, yarattığına lazım rızkını temin ederken o dengeyi gözetmiştir.

Eğer rızkını yiyemeden ölen birinden bahsedeceksek, bir adım daha öte atmayalım hiç : “Zaten rızkı değilmiş ki yiyememiş” deriz.

Önüne konan her yemeğin, rızık olduğunu, ancak mideye indiğinde söyleyebiliriz. Ağzının içindeyken bile ölüm gelir araya giriverir.

Bir tefekkürün son kapısı Allah'a açılır ve açılmalıdır. Onun “musavvir” esmasından olduğuna “alîm” olduğuna varılmalıdır.

Allah’ın verdiği akılla, ilimle tabiattaki güzelliklere bakıp arkadaki büyük kudreti göremeyen akıl, kendi girdabında boğulur.

Velhasıl tefekkür deminde her yaratılmışın ardında Rabbimizin birçok esmasını görmemiz bizi insanlığımıza geri çağırır.

AHMET TAŞTAN