Ahmet Taştan yazdı
“Elimdeki kitabı sımsıkı tutuyor, içindeki karakterleri yere dökmekten korkuyordum. Lakin içlerinden biri, kitabın ipine tutunarak aşağıya indi. Benimle gelmek istemediğine hükmedip gitmesine izin verdim.” diye bir cümleyi ilk sayfasında okuduğum kitabı merak etmemek olmazdı ve artık 388 sayfa tutacak hacimli kitabın bu satırların heyecanıyla yavaş yavaş çevrilmeye başlandım. Daha önce “Butimar” isimli kitabını okuduğum genç yazarın dilini, üslubunu ve ince betimlemelerini beğenmiş, takdir etmiştim. Tekrar onun kitabını görünce aynı tadı almak için bu sayfaları çevirmem gerekiyor, çok değişik tasvirler ve tespitlerle dolu cümleleri bulacağımdan emin olarak....
Romandaki yazarımız Bünyamin, bir roman yazmak için İstanbul’da yaşamaktan vazgeçip Kars’a gidiyor trenle. Kahraman bakış açısı ile yazdığı için acaba yazar romanın kahramanı mıdır, yoksa onun dilinden mi yazıyor bunu anlamak tabii ki çok güç. Fakat bu üslubun yazıya ciddi bir samimiyet kattığını da fark ettiğimi söylemeliyim. Tren kompartımanında gördüklerini, yaşadıklarının tasvirini dijital bir kamera netliğiyle izleyebiliyoruz.
“Güneş biraz olsun peçesini aralamıştı, ama kar, dev bir kadife kuşun beyaz tüyleri gibi döne döne dökülüyordu üstümüze.” Güzel bir tasvir cümlesi gibi geldi bana.
“Ayrıca o güne kadar yazdığım onca roman taslağını sorgulamaya ve hatta onları reddetmeye başladım, kafamdaki sayfalar tek tek kopup dışarıdaki fırtınaya kapıldı bambaşka bir roman yazmalıyım, dedim. Zihnindeki kelebeğe gerçekten daha gerçek olmalı, hissetmediğim dokunmadığım yapay bir dünya değil, bizzat karnımı karıncalandıran bir hakikati...” ne kadar iddialı bir yola çıktığımı şimdi daha iyi anlıyordum. İyi kaliteli bir roman okuyacağım için kendimi mutlu hissediyorum ve dikkatimi kitaptan ayırmıyordum. Göz attığım bir roman değil incelediğim bir romana dönüşüyordu kitap gözlerimin önünde.
“Tam tasavvur ettiğim gibi farklı zamanları birbirine bağlayan kendi anlamının dışında taşan bir evdi. Eşyalar başka bir evden buraya sürgüne gönderilmiş gibi meyus görünüyorlardı üç oda geniş bir salon...” işte bana göre anlatımın tadı buradaydı “sürgüne gönderilmiş eşyalar” ve “meyus duruş.” İnsan çevresindeki eşyalara böyle mi bakar yani.
Hele şu yöresel konuşmalar, daha bu başlangıç. Emlakçının cümleleri. Yaşlı yüzünün sağ tarafı felçli ama geçtiğinde pek güzel olduğu aşikar bir kadın olan Besti Ninenin Azerbaycan Türkçesi ile konuşması tercüme etmeye değerdi hakikaten.
“Emlakçı, ‘kardeş gararsızsansa eğer, evi isteyen ilk kişi var,’ dedi” “Dimek yazar bey gardaşım bu evde yaman bir kitap yazacağına ürekten inanırım ama bu gardaşının da bir adını, namını geçirsen kitabında, ne bilim ‘Ejder diye bir emlakçı gardaşım var, peki galpli, bir o kadar yakışıklı ve elbette eşinin ehli biri...’ diye geçirsen bile çoh memnun olaram, dua tökerem sana.” Cümlesi de bir başka samimiyet ve gönül alıcılığın işareti olarak bir sayfanın üst tarafında yer almıştı. Yazarımız Murat Kaan Yanık bir mevzuyu olduğu gibi anlatmak yerine bir edebi estetik katmak maksadıyla rahat ve keyifli bir şekilde kurduğu cümlelerin altını çizmekte bana düştü.
“Şimdi o ânın içindeyim. Bu ânı bir daha yaşayamamak korkusu ile şarkının içinde gezindim.” “... Çenemin köşesinde yumurtlayan kemik beyazı sakalları mı izledim aynada” daha böyle nice güzel ve etkileyici cümlenin altı çizilidir kitabın kıyısında köşesinde. “uyumak bir kurt için neyse yazmak da benim için odur diye düşündüm fakat bomboştum. Kökümden sökmüşlerdi sanki insan içindeki ve dışındaki boşlukların arasında kalınca yok oluyor” yanına ilginç bir cümle yazmışım el yazısıyla.
Kitabın bu şekilde işaretlenmesi bazen öğrencilere güzel bir tasvir çok güzel olmuş diye göstermek için kolaylık sağlıyor.