Salih Erol'un Köşe Yazısı
Tarihte en çok meraklı olduğum ve araştırdığım konu din ile siyaset ilişkisidir. Bu ilişkiyi daha iyi anlayabilmek için aynı devirde ve ortamda yaşamış sultanlar (siyasetçiler) ve âlimler (din adamları) arasındaki alış-verişi dikkatle takip etmeye çalışırım.
Araştırmalarımdan çıkardığım ilk önemli sonuç şudur:
Büyük hükümdarların döneminin âlimleri de büyüktür ve sanırım sultanları değerli kılan en önemli şey, onları yeri geldiğinde uyaran; düzelten âlimlerin varlığıdır.
Tarihin en haşin padişahlarından Yıldırım Beyazıt’ı üslubunca tenkit edebilen Emir Sultan vardı mesela. Ya da başka bir misâl: Padişahın gazabına uğramış âlim bir arkadaşlarının hakkını savunmaktan geri durmayan ve Fatih’i tehdit eden (Bizim arkadaşımızı bırakmazsan, topumuz bu şehr-i İstanbul’u bırakıp gideriz) diyebilen âlimler vardı mesela. İşte, biz onların sayesinde tarihimizin şanlı devirlerini yaşamışız.
Ne zaman ki din ve ilmiye mensupları bayağı bir biçimde siyasetin emrine girdi işte o zaman da gerçek çöküşümüz başlamış. Günümüzün tabiriyle şöyle diyelim o halde: Bilim ve bilim insanı ve ayrıca din adamları siyaset karşısında ne kadar dik durabilirlerse memleket o kadar gelişir. İlim adamı üzerinde baskı kurmaya çalışmayan; ilmin/bilimin/dinin verilerini rehber edinen; dik duruşlu âlime ve sanatkâra teveccüh gösteren siyasetçi/devlet adamı hem kendi yücelir; hem de devletinin itibarını arttırmış olur.
Tarihimizin görkemli dönemlerinden çok; çöküş dönemleri ilgimi çeker. Bence bozgun dönemlerini iyice eşelemeyen, tam tersine üstünü kapatmaya çalışan bir toplum asla ayağa kalkamayacaktır. Şimdi, o bozgun devirlerimizden küçülen sultanlar ve âlimlerden birkaç örnek paylaşalım.
1808-1839 yılları arasında padişahlık yapan II. Mahmud, dikkatle incelememiz gereken bir şahsiyettir. Bütün problemleri ile modern hayatımız gerçek anlamda onun devri ile başlar.
Sultan II. Mahmud, düzenli aralıklarla Yenikapı ve Beşiktaş’taki Mevlevi Dergâhlarını ziyaret eder; hal-hâtırlarını sorarmış. Her ziyaretinde dergahın önünde iner ve eşiği geçip şeyh efendi tarafından içeride karşılanır ve beraber geçip otururlar imiş. Yine böyle bir günde Beşiktaş Mevlevihânesi’ne doğru ilerlerken; onun gelişini haber alan dergâhın yeni şeyhi, padişahı karşılamak için bütün dervişlerini toplayıp, dışarıya çıkıp, yola dökülüp, yerlere kadar eğilmiş vaziyette abartılı bir saygıyla padişahı karşılamış. Bu davranışı garipseyen Sultan, yanındaki vezire dönerek aynen şöyle diyor: “Paşa, biz mi büyüdük; yoksa bu şeyh efendiler mi küçüldü???”
Padişahın bu lafı acayip ibretlik bir tablodur anlayana. Artık, onuruyla ve adına hareket ettiği yüce dinin gereği olarak dimdik duran âlimler devri kapanmıştır. Onun yerine padişahın kapısında kapı kulu olarak duran paşalar ve askerlerle kulluk yarışına giren, sümsük-sünepe-kurnaz bir din adamcığı kalmıştır ortada.
Padişahın geleceğini bildiği halde dergâhından çıkmaya tenezzül etmeyen o asil adamların postunu, koşa koşa padişahı ve vezirleri yüzlerce metre ötede karşılayan eğilip-bükülen, küçülenler almıştır.
Farzı muhal o devirde yaşayıp da padişahın az önce aktardığım lafını duysaydım, herhalde şöyle derdim: “Padişahım, evet, onlar küçüldüler; aslında bu tabloya sebep olan sizler de küçüldünüz.”. Belki diyeceksiniz ki: “Yaranmak isteyen yalaka bir şeyhin davranışından ötürü Padişah niye küçülsün ki?”.
Şöyle izah edeyim: II. Mahmud’un devrini ve icraatlarını öğrenmeye çalışanlar göreceklerdir ki, padişah hemen her şeyi ve kesimi mutlak ve merkezi otoritesine sıkı sıkıya bağlamak peşinde ömür tüketmiştir. Her şeye karışan tek sesli, otoriter baba devlet modelidir bu ve günümüzde de çokça örneklerine rastlanmaktadır.
Mesela bir örnek vermek gerekirse, bizlere klasik resmi tarih anlayışıyla yeniçeriler hep kötü gösterildi. Onlar her yeniliğe karşı çıkan, padişahlar ve vezirler öldüren, ikide bir sarayı basan kanun bilmez eşkıyalar sürüsü şeklinde lanse edildi. Peki doğru muydu bu? Elbette ki hayır!
Yeniçeriler, had bilmez padişahların ve onlardan daha fazla kralcı vezirlerin mutlak otoritesini frenleyebilen en etkili muhalefet gücü idiler. Yeniçeri kalkışmalarını dikkatle incelersek, arkasında büyük bir halk desteği olduğunu açıkça görebileceğiz. Bugünkü yazımızın baş aktörü olan II. Mahmud, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı dehşetli-kanlı bir şekilde kaldırdı. Öyle ki, yeniçerilerden arta kalan üç-dört bin kişinin sığındığı İstanbul’daki Belgrad Ormanını tümüyle ateşe vermekten çekinmeyerek..
Bununla kalsa yine iyi sayılabilirdi. Padişah, aynı zamanda Osmanlının kuruluşunun temel taşlarından biri olan yüzlerce yıllık Bektaşi Tarikatını da ortadan kaldırdı. Artık otoriter padişahı içerden dizginleyebilecek yerli bir güç kalmamıştı.
İçerdeki muhalefet odaklarını hâinliklerle suçlayıp kaldırırsanız, devlet olarak asla iflah olmazsınız ona göre. Mahmud’un devleti de yeniçeri ve Bektaşi “hâinleri” ortadan kaldırmakla iflah olmadığı gibi daha da beter durumlara düştü.
1826’dan sonra padişaha yaranmak ve başka birinin ayağını kaydırmak isteyen biri hemen rakibini “Bektaşilikle” suçlayıp, devletten attırıyordu. Günümüzde de öyle değil mi? Sadece enstrüman değişmiş, parça aynı! O dönemin en büyük tıp bilgini, büyük hekim Şânizâde Ataullah Efendi bile Bektaşi olduğu iddiasıyla Tire’ye sürgün edildi de zavallı oracıkta öldü.
Gelgelelim, devletin o andan itibaren aslında uçuruma doğru dörtnala koşturulması bizim Sünni ulemânın ve kimi tarikatların umurunda bile değildi.Aldıkları ve alacakları avantalar onların başını döndürmüştü bir kere. Onlar, padişahın gözüne daha fazla girmek için kırk takla atıyor ve istedikleri arpalıkları böylece alıyorlardı. Kapatılan Bektaşi dergahlarının bütün mal varlığı Sünni tarikatlara dağıtıldı. Onlar da haramına-helâline bakmadan bu malları, babalarının mülkü imiş gibi utanmadan iç ettiler.
Gerçek âlimlerin sonunu getiren padişahın bir darbesine daha değinip konumuzu bitirelim: II.Mahmud, (bugünkü Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi Kampüsünün Süleymaniye’ye açılan noktasında bulunan) Yeniçeri Ağasının Konağını (ağa kapusunu) Şeyhülislam’a daire olarak tahsis etti.
İşte, o günden itibaren Şeyhülislamlık resmi ve sıradan bir büroya dönüştü. Dik duruşluluğun asaletli zorluğunu seçerek, dinin-toplumun ve devletin vicdanı olarak kalmak varken; şeyhülislam efendi onun yerine maaşlı-daireli bir memur rahatlığını tercih etti.
Aslında II.Mahmud, zihinsel ve kurumsal olarak günümüzdeki Diyanet teşkilatının temelini atan kişidir. Hem de resmen 1924’te kurulacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasından yüz sene önce yaptı bunu. Sıradan herkes, tarikatların Atatürk zamanında 1925’te kaldırıldığını tekrarlayıp durur da; aslında onlara öldürücü darbeyi bu tarihten yüz yıl önce II. Mahmud’un vurduğunu bilmez.
Tarihimizde âlimi-dergâhı-şeyhülislâmlığı nispeten serbest, dik duruşlu yapısından mutlak itaat eden bürokratik memur seviyesine indirgeyen de II.Mahmud’dan başkası değildir. Bir kez daha vurgulamakta yarar var ki, modern hayatımız bütün yapısal problemleri ile, hatası ile sevabı ile II. Mahmud Döneminde başlamıştır. Artık bir yüz yıl kadar sürecek küçülen sultanlar ve âlimler devri yaşanacak ve imparatorluk dağılıp gidecektir.
Siyaset ve ilim beraber büyürler ve yine beraber küçülürler. Birinin büyüdüğü esnada diğeri küçülemez. Yüksek ilim seviyesi olan yerlerde kişilikli, dürüst ve yükselen siyaset olur. Siyaset – Din – İlim arasında sıkı bir ilişki var; bak birisine anlarsın ötekilerini..