Salih Erol'un Köşe Yazısı

Yurt Gezginleri ekibi olarak on yedi kişiyle artık şimdi tamamız. Kayaş’ta 227 yaşındaki genç meşe ağacı ile gezimizin başlangıç niyetine bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra yola başlıyoruz. Yahşihan –Kırıkkale’ye yirmi kilometre kaldığını gösteren tabelaya bakarken: “Acep orada yahşi bir han duruyor mudur?” diye düşünüyorum. Kendi arabamla olsaydım, kesin gidip araştırırdım. Rehberimiz bize Kırık ve Kale’nin nasıl birleşip zamanla büyüdüğünü anlatıyor.

Kırıkkale’yi geçtikten sonra artık Yozgat sınırları içerisindeyiz. Derûni seyyah rehberimiz Recep, envâi çeşit ilginçlikleriyle Yozgat’ı anlatıyor bize. Her bir anlatımının sonunu: “Arkadaşlar, Yozgat deyip geçmeyin!” diye bağlıyor. Anlıyoruz ki, Yozgat var Yozgat içinde! Gerçi, bana kalırsa bu son cümle ülkemizdeki her şehir için geçerlidir. Kulağımın biri rehberde; diğeri zihnimi dinliyor ve gözlerim etrafı izliyor ve işte, Yozgat’tayız; nâm-ı diğer Bozok diyârında. Sekiz – dokuz saattir yaklaşık yedi yüz kilometre yol gelmişiz. Peki, yoruldum mu? Hayır! Hayatıma yön veren bir gerçeği, tek cümleye sığdırıp paylaşayım sizinle: Yol yormaz, aşk ile yürüyeni!

Aşk ile dahil olduk Yerköy’e, Yozgat’a. Oradan da Sorgun’a. Türkiye’nin en müstesna beldelerinden birisi var buralarda ve biz de orada bir müddet konaklamadan geçmeyeceğiz. O beldenin adı: Bahadın. Anayoldan sağa sapıp, beş kilometre daha gittik ve Bahadın’a ulaştık. Daha önce hiç gelmemiştim ve açıkçası bilmiyordum bile. Rehberimizin o nakaratı (Yozgat deyip geçmeyin) Bahadın’ı gördükten sonra tam bir hakikat oluyor artık benim için.

Nüfusu iki bini geçmeyen Bahadın’da ülkemizin büyük ilçelerinde bile bulunmayan birçok şey mevcut: Müze mesela, kütüphane, tamamen halkın yaptığı yaşlı bakım evi mesela… Bahadın’ın bu sıra dışılığında elbette oranın ahalisinin hemen hepsinin ortak payı vardır. Yine de ilk sırayı 96 yaşındaki Köy Enstitülü (ve Necatibey Eğitimli – benimle ortak tarafı-) Yusuf Ziya Bahadınlı’ya vermek icap eder. Bu memleketin insan zenginliğinin pek farkında değiliz maalesef. Y. Ziya müthiş bir insan. Onun hikâye – roman – anı ve inceleme eserleri dünyada tanınmış. “Haçça Büyüdü Hatiş Oldu”, Güllüce’yi Sel Aldı” başlıklı hikâye ve romanını daha önce okumuştum. Sırada ondan okumak istediğim en son kitabı: “Yaşamak ve Ölmek Üstüne” kitabıdır. Böylesi adamlardan öğrenilecek daha çok şey var.

Bahadın’ın bir ucunda yer alan Nafiye abla’nın bahçeli evinde yemek molası veriyoruz. Göz alabildiğine bozkıra bakmak beni o kadar uzaklara götürüyor ki, bunu bir yazıyla asla anlatamam. Sadece şu kadarını söyleyeyim: Bozkır, maddi imkânları kısıtlı ama gönlü – yüreği sonsuz şefkat ve sevgiyle dolu bir ana gibidir. Burada bozkır var; nem yok. Nafiye ananın yemeğini de yedikten sonra keyfimize diyecek yok!  Üstüne üstlük bir de gidip yaşlılarla biraz sohbet ediyoruz; Anadolu’nun yaşlısı çınar misâli. Vakit akşam oluyor; hangi günü gördün akşam olmamış? Biz de yaklaşan bu akşam vaktinde Bahadın’la vedalaşıp Sivas’ın yollarına çıkıyoruz. Geceyi Sivas merkezde geçireceğiz.

Gecenin dokuzu gibi Sivas merkezdeki otelimize eşyalarımızı bırakıyoruz. Benim gözüme uyku girmez hiç; Sivas’la kucaklaşmadan, cadde ve sokaklarında dolaşmadan otele kapanmak yok. Günün son vaktini Sivas Ulucami’de bana bu imkânı bahşeden Yaradan’a şükrederek geçirmem gerekiyor. Anadolu’nun en eski Ulucamilerinden birisi olan bu mütevazı tek katlı, tek minareli yapıda daha uzun süre kalıp Danişmend Ahmed Gazzi’nin Danişmendnâmesini; Kadı Burhaneddin’in Divanı’nı okumak isterdim. Şimdilik, ona ve caminin Selçuklu bânilerinin ruhuna Fatiha gönderiyorum. Cami çıkışında Ciğerci Cemal’den yarım porsiyon ciğerin tadına bakıp, Sivas Öğretmenevi’nde bir düğünü biraz seyrettikten sonra otele dönüyor ve Sivas’ın serin – nemsiz gecesinde tatlı bir uykuya dalıyorum.

Sivas’ın sabahının seherinde insanı uyandıran doğal bir hava var. Bu güzel havada kalkıp yürürken, solumda küçük bir mescid fark ediyorum: Örtmeli Camisi. O halde sabahı Örtmeli’de kılmalı! Ben de öyle yaptım. Örtmeli’den çıktıktan sonra sağa, kale yönüne dönüp yürüyorum bir müddet ve mimarilerin en havalısıyla göz göze geliyorum: Gökmedrese! Allah’ım bu ne muhteşem bir yapı! Gökten inmiş gibi. Henüz çok erken olduğu için içeriye giriş izni yok ama dışarıdan seyri bile gözümü – gönlümü mest ediyor. Şöyle, 14. yüzyılda bu medresede talebe olmak vardı. Medrese, günümüzde İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi olarak faaliyet gösteriyor.

27 Ağustos Pazar Saat 06: 30 Sivas’ta kahvaltı ediyoruz. Yarım saat sonra Zara’ya yolculuğumuz başlayacak. Gezimizin asıl amacındaki ilk durak orada bulunuyor çünkü. İris’in göz(enek)lerine bakacağız. Sivas yöresi coğrafî olarak Yukarı Kızılırmak Bölümü olarak adlandırılır. Anlayacağınız burada ülkemizin en uzun nehri Kızılırmak var. Şehrin hemen çıkışında Eğriköprü’de durup bu ulu nehre bir selâm verelim.

Köprü, adı gibi eğri. Tarihî, güzel taş köprülerimizden biri Eğriköprü. Bu sene ne çok Köprü’den geçtim; Buradan Muş’un Murat; Malazgirt’in Hatun köprülerine selâm olsun! Sivas, Kızılırmak’a ve bu güzelim Eğriköprü’ye iyi bakmamış maalesef. Hemen yüz metre ötesine dümdüz, alelâde bir beton köprü dikmişler. İlki ne kadar güzelse, ikincisi o denli çirkin. Tezatlığın verdiği buruklukla terk ediyoruz Sivas’ı; hoşça kal Eğriköprü!..