YAPAYALNIZ BİR ZÜRAFA

Abone Ol

Aslında sadece zürafa değil, hemen hiçbir hayvan, kendi tercihiyle tabii ortamını tümüyle terk etmez. Eğer türünden tümüyle uzaklaştırılmış yapayalnız bir hayvan görürseniz, bilin ki, bu en yaman hayvan olan insan yüzünden olmuştur.

Mesela, biz geçen sene sokaktan bir kedi getirdik evimize; on dört aydır, diğer bütün kedilerden ayrı, bizimle birlikte yaşıyor. Özel mamalar, özel bakımlar..v.s. her şeyini yapıyoruz. Düşünün oturtup insan gibi tırnağını kesiyor; tüylerini tarıyoruz. O kadar alıştık ki, geçenlerde üç gece dışarıda kalınca sanki – Allah korusun - evimizin bir ferdi kaybolmuşçasına üzüldük. Neyse ki, dördüncü gün bulduk kara kedimizi. Aman Allah’ım, kavuşma anımız en değme eski romantik Türk filmlerine taş çıkartır.

Bir yandan da şahsen uzaklaştıramadığım şu düşünce hep var aklımda: Acaba, onu sokaktan, diğer kedilerden ayırmakla hata mı ediyoruz? Neyse, biz kendi muhasebemizle boğuşaduralım da şimdi gelelim zürafa meselesine! Şimdi anlatacağım o yapayalnız zürafanın durumu bana daha trajik gelmiş ve dokunmuştur.

Tarih, 1820’leri gösterirken, Mısır’da Osmanlı padişahından çok daha şaaşalı saray hayatı yaşayan sözüm ona bir vali vardı. Sanıyla, adıyla bu adama Kavalalı Mehmet Ali Paşa derlerdi. Onu betimleyen bana göre en iyi tanım bir Fransız tarihçiye aittir: Son Firavun! Gerçi söz konusu Mısır olunca firavunlar hiç eksik olmaz maalesef!

Adı geçen paşanın avcıları, köpekleri, tazıları Afrika’nın tââ içlerine kadar dalıp dalıp ona envâi çeşit hayvan bulup, sürüsünden kopartıp getirirlerdi; efendileri eğlensin diye! Nice zavallı hayvan türlerinden, tabii ortamlarından koparılıp Kahire’ye, İskenderiye’ye getirildiler. Yazının başında dediğim gibi: Hayvanların trajik yalnızlıklarının baş müsebbibi İnsandır.

Paşa’nın zevk – eğlence – temaşa ..ve sâir nedenlerle getirttiği hayvanlar arasında ona en ilginç gelenler zürafalardı herhalde. Adını bir daha yazmak istemediğim Paşa, zürafalardan yalnızca bir tanesini (keşke iki tane gönderseydi), 1823 yılının yazında, İskenderiye limanından gemiye bindirip İstanbul’a gönderdi. Kendisi, artık zürafa seyrine doymuş olmalı ve istiyor ki, biraz da İstanbul’daki Sultan Mahmud heyecanlansın, eğlensin. Ne de olsa, kendisi hâlâ – görünüşte de olsa – Sultanın bir valisidir ve ona yaranmak için son numaralarını oynamaktadır.

Padişah bahar ve yazları Beşiktaş’taki sahil sarayında vakit geçirmektedir. Burası ona daha ferah gelmektedir. Köhne bulduğu, atası Fatih’in sarayına (Topkapı’ya) kış mevsiminde mecburen gelmektedir.

Yazın ortasında bir gün, Boğaziçi’nin nemli havasında bunaldığı bir sırada Mısır’dan hediyelerle dolu gemi çıkıp geliverir. İşte, o gemide bir sürü ıvır zıvır hediye eşyanın ortasında yalnız bir zürafa vardır. O sıralar otuz sekiz yaşındaki Sultan Mahmud, böyle garip - tuhaf bir hayvanı hayatında ilk kez görmektedir. Tabi, zavallı zürafa da ana vatanından on binlerce kilometre uzaklıktaki İstanbul’u ilk kez görmektedir.

Padişah, bu rengarenk, devasa uzunluktaki hayvan karşısında saatlerce, günlerce bakıp, kim bilir kaç bin kere süphanallah çektikten sonra devlet adamlarının ve daha sonra ahalinin de bu acayip mahluku temaşa etmelerini buyurur. Beşiktaş sahil sarayının arka bahçesinde zürafayı görmeye gelenler zaman zaman izdihama sebebiyet verirler. Öncesini bilmem ama Fatih’in fethettiğinden o yana (1453’ten 1823’e geçen 370 yıl içinde) İstanbul’a getirilmiş ilk ve tek zürafadır bu.

17 Ekim 1823 tarihinde zürafayı görme şansını yakalayanlardan birisi de meslektaşım (tarihçi) Esad Efendi’dir. O da hayatında ilk kez zürafa görmüş ve görmekle kalmayıp bu seyir hakkında birkaç satır yazmıştır: “Mısır Valisi’nden Gelen Zerafe” başlığı altında zürafayı şöyle tarif ediyor: Gerdanı ve başı deve gibidir. Vücudundaki benekleri kaplan postunu andırıyor. Ayakları ve boynu öküze benzer. Yalnız ayaklarının ve boynunun uzunluğu hiçbir şeye benzemez. Bir acayip ül hilkat canavardır bu! 

Oysaki altı üstü bu, dünyanın en masum hayvanlarından birisi olan Zürafadır işte! Tabii doğal ortamı olan Afrika’nın bağrından kopartılıp önce Mısır’a; ardından İstanbul’a karadan ve denizden binlerce kilometre sürüklenmiş yalnız ve zavallı bir zürafadır hem de. Geldiği yerden çok farklı bir iklime sahip İstanbul’da kuvvetle muhtemel çok geçmeden ölmüş olmalıdır. Maksat, insana eğlence olsun; biraz adrenalin yaşasınlar diye tüm bu yaşananlar..  

DR.SALİH EROL