Salih Erol yazdı
Sivas’tan Zara’ya bir saat kadar sürüyor. Önce Hafik; sonra Zara geliyor. Yörenin ikliminden doğmuş türküler dinleyerek, onlara eşlik ederek ilerlemenin zevki bir başkadır. Mademki Zara’ya gidiyoruz; o halde Zaralı İnce Halil’den türkülerin tam yeridir. Oyy gelin! “Bu yol Zara’nın yolu / Hem kar yağar hem dolu..” diye akıp gidiyor türküler, bu ince yapılı, ince sesli küçük dev sanatçının nefesinden.
Zara’ya daha varmadan anayoldan çıkıyoruz. Dönüş yaptığımız sağ tarafta birkaç köy isminin sıralandığı tabelanın sadece baş tarafını okuyabiliyorum: “Canova” yazıyor. Oysa İris’in kaynağına varmak için Zara’yı geçmemiz gerekirdi. Bu sapmamızın nedeni Kızılçan Gölü’nü görmekmiş meğer. Buralarda çok enteresan göl oluşumları var. Asıl: “Göller Yöresi” tabirini Sivas yöresi hak ediyor; Göller yöresinden bile daha fazla göle ev sahipliği yaptığı için. Kızıl kahve karışımı uçsuz bucaksız zeminde ilerlerken birden büyük bir çukurluğun yanıbaşına geliyoruz. Çok derin ve yusyuvarlak bir tencereyi andıran bu çukurluk muhteşem turkuaz rengiyle büyüleyici bir göldür; adına: “Kızılçan” denilen. Bir süre öylece dalıp gidiyorum göl manzarasına…
Kızılçan dönüşü Zara şehir merkezinde durmadan geçiyoruz. Solumuzda kalan Zara şehitliğine bir duâlı selâm gönderdim. Balıyla meşhur Zara, birkaç gündür festival günlerini yaşamakta. Bal festivali yirmi yılı aşkın bir süredir sürüp giden bir etkinlik burada. Bizim aklımız İris’te olunca bal bile durdurmuyor bizi; ver eteğini Kösedağ!
Moğollar, 1243’te bu dağın eteklerinde Selçuklu ordusunu yenerek girdiler Anadolu’ya. Tam da İris’in doğduğu bu mevkide kim bilir ne gözyaşları döktü İris, gidenlerin ardından ve neler çekti Moğol zulmünden? Zara’dan Şerefiye beldesine kıvrılan yol giderek daralıp zorlaşıyor. Beldede on beş dakika kadar durup yiyecek bir şeyler alıyoruz.
Merhum vali Halil Rıfat Paşa, 1880’lerde ne zorluklarla buralarda yollar açmış ve bu hizmetinin bedeli olarak yaklaşık yüz elli yıldır ahaliden duâ almakta. Onun atasözü olmuş veciz bir deyişi var: “Gidemediğin yer senin değildir!”. Kocaman bir kayalık oyularak altından yol geçirilmiş mevkide durup, onu anmamız gerekiyor. 1960’larda valilik yapmış Vefik Kitapçıgil, ulu seleflerinden H. Rıfat Paşa’nın büstünü yaptırmış, kayalığın içine. Zirâ tam da yakışan yer orası. Valimizi andıktan sonra şimdi İris’e devam edebiliriz.
İris’in gözeneklerini bulmak için yaklaşık bir saattir yürüyoruz ve nazlı İris bize nihayet gösteriyor o güzel gözlerini. Tarifsiz duygular içindeyiz; avuç avuç su içiyorum bu güzel gözlerden. Bozkır’daki berrak su, Güllüali Köyü’nden başlayarak Yeşilırmak olup akıyor. O halde biz de inelim bu güzel köye; bize güzel kızını başta göstermek istemeyen bu anaç köye.. Zara’nın Güllüali Köyü’nde Güllü Teyze’nin misafiri olmak; Yeşilırmak kenarında kurulmuş açık hava sofrasına oturmak büyük nimet. Sudan çıkmak istemiyorum ve sofraya en son ben gidip oturuyorum.
Güllü teyzemiz için “Kürt” dediler çocukları. Ben de dedim ki, Güle “Gül” diyorsak ve isminiz: “Güllü” ise o zaman bu Türk ve Kürt diye ayrı gayrılık nasıl oluyor güzel teyzem?! Sadece bu güzel insanlara değil; konuştuğumuz Türkçe ve Kürtçe’nin yüzlerce kelimesine bakarak aynı olduğumuzu, bir olduğumuzu biliyorum; Asrın ötekilik hastalığına kapılmış olanlar tabi göremez bunu: “Tu hem derdi, hem dermani; tu hem güli hem reyhani…” diyen o birkaç yüzyıl öncesinin Feqi (Fakih)sine rahmet olsun. Türkçeye ayrıca çevirmeye gerek var mı? Gülümüz, reyhanımız, derdimiz, dermanımız bir…bir…bir!
Güllü Teyze’ye ve geniş ailesine vedalaşma vakti. Biz yolcular, onlar hancılar karşılıklı diziliyor; tek tek kucaklaşıyoruz: “Ğatıre te!” Güllüali. Hatırın, hatıran bizde silinmez bir iz artık. Az gittik, daha uz gitmeden zülf-i yâre dokunan bir yere daha vardık: Kızıldere’ye… Oyy dere Kızıldere! Böyle akışın nere?.. Sadece genç canlara değil; senin yüzlerce yıllık ismine dahi kıymışlar darbeci cunta: “Ataköy” demişler buraya. Burası, İris’in üzerine atılan ilk kement diyebileceğimiz Almus Barajı’nın yakınlarında bulunuyor ve artık Tokat’ta sayılırız.
Hayat akıp gidiyor ırmak misâli, Kızıldere’de de öyle. Bir düğüne denk geliyoruz; yemek veriyorlar; gelin bekleniyor. İnsanlar misafirperver. Yıllar önce emperyalizme karşı durmaya çalışan gençleri bağrına basanlar da bu insanlardı. Bizi çok sıcak karşılıyorlar, hemen yemekler getiriliyor. Yöreye özgü toyga aşı çorbası da var özel olarak. Büyük topaklar haline getirilip evlerin bahçelerine serilmiş tarhanalar ne kadar da güzel görünüyor. Aslında vaktimiz olsaydı gidip gelini karşılayacaktık ve akşam onların mutluluklarına tanık olacaktık.