Kitabın içindekiler sayfası bize nerelere gittiğini anlatıyor: Ruanda, Afganistan, Çad, Endonezya, Filipinler, Borneo, Haiti, Burundi, Yemen, Malavi, Suriye, Makedonya, Küba, Nepal, Arakan, Tanzanya, Zanzibar...
Burada gördükleri ve yaşadıklarını, bizler de en derin ve tatlı cümlelerle okuyoruz. Bazı satırları buraya almalıyım ki kullandığı dilin tadına siz de varasınız.
“Sekiz yıl boyunca yardım çalışmaları yapmak ve belgesel çekmek için yaklaşık 30 ülkeye seyahat ettim. Bazı ülkelere defalarca gittim. Neredeyse her yolculukta başka hayatların, bambaşka hikayelerin peşine düştüm.
Yaptığım seyahatlerin çoğu gidilmesi güç, çalışması zor bölgelereydi. Daha çocuk yaştayken başlayan yol tutkum, beni dünyanın en ücra köşelerine taşıdı; Hayal dahi edemeyeceğim yerlere götürdü.” paragrafı ile başlıyor 250 sayfalık seferiniz.
İlk hikayede “Şüphesiz birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ruanda’yı sömürgeleştiren Belçika, daha 1931 yılında halkı ikiye bölmüş. Kimliklere Hutu ve Tutsi yazılma zorunluluğu getirmişti.
İnce burunlu olanlara Tutsi; yassı burunlu olanlara Hutu adını vererek olmayan ırklar yaratıldı. Bu hikayede anlatanlar önceden seyrettiğim “Otel Ruanda” filminde de gözler önüne serilmiş.
“Afganistan'dan Pakistan’a geçmek için 4 saat yürüdüm. 22 gün süren yolculuğum böyle başladı. Kaçakçı ile buluşmak için Pakistan sınırından Karaçi'ye gitmem gerekiyordu.”
Kitapta yetimhanelerle alakalı bilgiler de veriliyor. Türkiye bu mazlum coğrafyalarda birçok yetimhaneyi İHH vesilesi ile kurup onlara sürdürülebilir bir hayat takip etmeye çalışıyor.
Oralarda fedakar, cefakar insanlarla işbirliği yapıyor onlarda bu hayır işlerine öncülük yapıyor.
Bir başka paragrafta şöyle diyordu:
(Endonezya'daki depremde) “Sular çekildikten sonra annemi, babamı ve nenemi bulmak için aşağı indik. Her yer ceset doluydu. Bazı cesetler ağaçların dallarına takılmış, havada duruyordu.
Kardeşlerim ve ben yemeksiz, susuz ortada kalmıştık. İki gün geçtikten sonra tsunaminin etkilemediği bir yerde yaşayan akrabalarımızın yanına gitmeye karar verdik.”
Diğer bir satırda ise şunlar yazıyordu:
Tahta evlerinde bağdaş kurup oturduğum bir günde orta yaşlı bir Banaju ile muhabbet ederken “en büyük hayalini” sordum.
Hayalinin olmadığını, bulunduğu yerde rahatsız edilmeden yaşayıp gitmek istediğini söyledi.” Defalarca aynı soruyu tekrarladım sonunda: “Evet, bir şey var,” dedi, “çivi.” “Civi ile ne yapacaksın?”
Tek odalı evde 15 kişi yaşıyorlardı. Kızı evlenecekmiş, artık daha da kalabalık olacaklarmış, hemen yakına su üstüne bir ev daha yapmak istiyormuş.”
AHMET TAŞTAN