Dr.Salih Erol yazdı
1985’te akademyada bir seminer yapılmıştı: “Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi” diye. O seminerde sunulmuş bildirilerin birinde Tuncer Baykara hocamız, Reşit Paşa’nın medeniyet anlayışını irdeliyordu. Bu platformda sunulan bildiriler 1987’de Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlandı. Modernleşme tarihimizi merak ediyorsanız bu yayını ihmal etmeyin!
19. yüzyılda yaşamış Fransız yazar, Wanda’nın naklettiği bir anektodda şöyle bir sahne yer alıyor: Fransız Kralı, Türklerin “ilerlemeleri için” subay - teknik eleman ve öğretmen göndererek, “katkıda bulunmaya” hazır olduğunu söyleyince; Osmanlı Padişahının Avrupa’ya okumaya gönderdiği soysuz bir genç cevaben şöyle diyor: “Majesteleri! Bize teknik adamlar göndereceğinize onların yerine birkaç bin güzel yosma gönderecek olursanız, onlar bizi daha iyi civilisé (medenileştirmek) edeceklerdir. Hatta Türklüğümüzü bırakıp, Fransızlaşırız bile”.
Milli kültürüne bir Fransız’dan bile daha fazla yabancılaşmış, yozlaşmanın zirvesine varmış olan bu herifin edepsiz talebini neyse ki, Kral ciddiye almaz. Ancak bu adem, İstanbul’a dönüşünde, beraberinde kendisi gibi yozlaşmış bir yarı Fransız yosma getirir ve İstanbul’daki devlet ricâline Batılı bir flört modelinin nasıl olması gerektiğini göstererek, kültürel yozlaşmanın kibâr mahfillerinde yaygınlaşmasına hizmet eder! Yalnız da değildir bu şer hizmetinde.
1850’lerin İstanbul’u, Ebülfeth Fatih’in; Beyazıt-ı Velî’nin…. ve diğer büyük adamların mirasına ihânet edercesine kimliğini, köklerini kaybetmeye başlamış paşalarla dolmaya başlamıştır. Bir yabancı elçi balo ya da resepsiyon vereceği zaman; katılmak için can atan; adeta bunun için birbirini kırıp geçiren paşa bozuntularıyla doludur.
Peki, bu manzara karşısında Âl-ı Osman’ın padişahları ne yapıyorlar? Ona bakalım!
Yukarıda bahsettiğimiz türden ademleri Padişahlar, sadrazamlığa bile tayin ediyorlar; çaresiz ve şaşkın bir biçimde. Evet, “bizi soysuzlaştırın” diye Fransız kralına yakaran bir herifin, bu memlekette gelmediği üst düzey resmi görev kalmadı. Hatta öyle ki, 1850’lerde ve 1860’larda tam üç defa sadrazamlığa getirildi. Bu da bir şey mi? Onun üstâd-ı azâmı olan Reşit Paşa, tam altı kez işgal etmemiş miydi sadaret makamını? “Biz medeniyetsiz hiçbir şey olamayız” dedikten hemen sonra “O medeniyet de, sadece Avrupa’dan bize gelebilir” diyerek kıblesini açıkça ortaya koyan Reşit!
Kıblesini şaşırmış başka bir bedbaht; ortalıkta şair - yazar diye geçinen bir şarlatan olan Şinasi de Reşit’e hayranlığını “Acep midir medeniyet resûlü dense sana!” dizesi ile ortaya koyuyordu. Oysa tek dişi kalmış canavara yaranmak ve ancak bu sayede ikbâlini sürdürme kaygısındaki Reşit Paşa; Şinasi gibi ismen ve sureten Müslüman geçinen kişiler için değil; gerçekte Osmanlı’daki Hıristiyanlar için çabalamakta idi.
1834’te Paris’te elçi olarak sözde Osmanlı’yı temsil ettiği sıralarda Avrupalı devletlere şöyle bir çağrıda bulunuyordu: “Osmanlı’nın Hıristiyanlar üzerindeki baskısı için sesinizi çıkarmaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedirler”. Artık Osmanlı Devleti batmasın da kim batsın?
O devrin nükteleri ile meşhur Fuad Paşa’ya atfedilen şu fıkra ne kadar da hazîn bir gerçeğe işaret ediyor! İngiliz, Fransız, Alman ve Rus hariciye vekillerinin arasında yaşanan “En güçlü devlet hangisidir?” polemiğinde söz konusu elçiler, orada bulunan Fuad Paşa’nın da fikrini sorarlar: “Sence en güçlü devlet hangisidir? diye. Tabi Fuad Paşa’dır bu! Umulmadık bir cevap yapıştıracaktır. O da şöyle der: “En güçlü devlet, Osmanlı Devletidir, zira yıllarca siz dışarıdan biz ise içeriden bir türlü yıkamadık bu devleti” der.
İşte böyle sevgili dostlar!
Yıllarca dış ve iç yıkım ekibinin üzerinde tepindiği bu koca Memâlik-i Osmanîye elbet bir gün yıkılacaktı. Şu hale bakınız ki; söz konusu bu yıkım sürecinde Sultan Abdülmecid, Fransızların elinden “Lejyon” nişanını alıyor ve Fransız elçisinin düzenlediği “Balo”ya katılıyordu. Bir yandan “Halife”; öte yandan “Lejyon” sıfatını hangi bünye taşıyabilirdi başka? İngilizler geri durur mu? Onlar da padişahımızı “Diz bağı” nişanıyla zapt u rapt altına aldılar.
Aklımızın, daha da mühimi kalbimizin, belimiz ve dizimizin bağının çözüldüğü bir asır başlamış iki yüzyıl öncesinden. Bu çözülme tedricen yükselmiş bu memlekette. Durumumuzu da en iyi gözlemleyenler yine Batılılar olmuştur. Bunlardan birisi olan Ubicini’nin şu ibretlik sözlerine dikkatinizi çekmek isterim.
Aklı başında, kültürlü ve de Doğu’yu çok iyi bilen bir Fransız kendi memleketine Fransız kalan köklerinden soyutlanmış “Türk aydınının” zavallılığını bundan tam yüz elli yıl önce şöyle anlatmış: “Bu gençler Fransızlar gibi giyinirler, bir salonda Türküm demeye utanırlar. Türkiye’ye dönüp hükümette ve idari kadrolarda en önemli mevkileri aldıklarında sanki diledikleri şey, memleketlerine en faydalı olanı yapmak değil; dış ülkelerde kendilerinden sitayişle bahsedilmesini sağlamaktır. Milletin dini veya milli hislerini rencide edip etmediklerini umursamazlar bile; yeter ki Paris ve Londra’daki gazeteler kendilerinden övgülü kelimelerle söz etsin. Fanatizmi dinsizlikle alt edebileceklerini sanıyorlar. Dini doğmaları ve adetleri açıkça küçümsemekle, buyruklarına kulak asmamakla, alenen şarap içmekle, Avrupalı gibi giyinmek ve Müslüman ağırbaşlılığına ters düşen Fransız tavır ve hareketlerini benimsemekle milletin gözünden düştüklerini ve yapabilecekleri yararlı işlere elleriyle set çektiklerini anlamıyorlar”.
Peki yakın geçmişin günümüze taşıdığı bu çözülme; ya da diğer bir ifade ile kendi kuyusunu kendi eliyle kazma, bu kendini aşağılık görme ve başkalarını taklitte sınır tanımama hastalığı bitti mi; yoksa devam mı ediyor sizce??