Belki biraz klişe cümle gibi gelecek, ama sizi temin ederim ki, şimdi söyleyeceğim şey tam bir hakikattir: Bu memleket kolay kurulmadı. İnsanımız derin acılardan, büyük olaylardan geçerek bugünlere geldi.
Bana bunu söyleten o kadar çok yaşanmışlık ve o yaşanmışlıkların abidesi gibi duran tarihsel belgeler var ki.. Şu an tam da böyle bir belge karşımda duruyor ve adeta: “Haydi, zamanındaki insanlara göster beni!” diyor. Biz tarihçilerin görevi de budur zaten! Geçmişi, bugünün insanına, anlayabileceği dilden (ama tahrif de etmeden) sunabilmek.
Gerisi size kalmış bir şey, ey zamâne insanı! İstediğiniz gibi yorumlamak; ibret almak ya da almamak sizin keyfine kalmış.
Şimdi bahsedeceğim belge, İnegöl’e yerleşmeye çalışan muhacirlerden bir kafile ile ilgilidir. Belgenin tam yazılış tarihi Hicrî 20 Muharrem 1315’tir. Yâni, şimdiki takvimle 21 Haziran 1897 tarihlidir. Hususi ve dolayısıyla yüksek oranda samimi, dürüst ve bir o kadar da hassas bir durumla karşı karşıyayız.
İki yüz elli nüfus olarak – perperişan bir halde – Rusya’dan hicret etmek zorunda kalıp, en nihayetinde İnegöl’de yerleşmeye çalışanlar ne zorluklar çektiler? Bir bilseniz! Belgede aynen şu ifade kullanılıyor: “Çoluk çocuk aç ve bi-ilaç bir halde kaldıklarından…”. Sanmayın ki, bu talihsiz muhacirler, İnegöl’e gelince sefaletleri, dertleri hafifledi ya da bitti.
İnegöl’ün Bataklı Köyün’de ismi gibi bataklık bir mevkide; belgedeki ifadeyle: “Ümrândan hali bir arazide” (Bilmem, .. ne bağlasan durmaz bir yerde) birer kulübe inşa ederek yaşamaya çalışmışlar. Ancak mahalli hükümet (İnegöl kaymakamlığı) bunlara yardım elini uzatacağına bir hışımla gelip gelip kulübelerini başlarına yıkarmış zavallıların.
1880’lerde tâ Batum’dan binbir zorlukla, kim biliy yollarda bellerde neler yaşayarak gelmiş; içlerinde Türkçe bilenlerin neredeyse bulunmadığı bu Müslüman - Gürcü nüfus, dertlerini kime anlatacaklar? Oradan oraya sürüklenmiş ve nihayet Uludağ’ın sarp bir yerinde, bataklık dahi olsa, yerleşmeye çalışmışlar. Gel, gör ki çalı çırpıdan yaptıkları barakalar bile onlara çok görülerek yıktırılmıştır. Çoluk-çocuk da dâhil iki yüz elli insanın gidecek başka hiçbir yeri kalmamıştır.
Epeyce meşakkat çektikten sonra, vaktiyle İstanbul’a göç etmiş birkaç hemşehrilerine ulaşabilmişler de seslerini nihayet sarayın kalın ve yüksek duvarlarından içeri ulaştırabilmişler. İstedikleri tek şey insaniyet nâmına birazcık merhamet ve adalettir. Bu kelimeleri ben kendi kafamdan yazmıyorum. Bahsi geçen belgeden aktarıyorum.
İstanbul Bakırköy’de oturan Ferhad ve Şakir adlı şahısların imzalarıyla çekilen bir telgrafta bizim bahsettiğimiz muhacirlerin perişan ahvali Yıldız Sarayı başkatibi Tahsin’e ulaştırılmıştır. Doğrusu, merhametli ve ilgili bir yetkili olarak Tahsin, bu içler acısı telgrafı Sultan II. Abdülhamid’e sunmuştur.
İşte, bundan sonrası padişahın hususi bir iradesine (emrine) bakar! Artık, neredeyse on yıldır süren kötü talih sona erecektir. Zavallı muhacirlerin başına ceberut kesilen mahalli hükümet, İstanbul’dan gelen yüksek emir karşısında sus pus olmuştur.
Köy resmen kurulur. Resmi adı da: “Mürüvvet”tir. Allah, mürüvvetini, merhametini Batumlu muhacir kardeşlerimize uzun bir meşakkat imtihanından sonra göstermiştir. Çalışkan muhacirler burayı insan yaşamına uygun bir yer haline getirmeyi yıllar içinde binbir zorlukla başarmışlardır.
Bu arada Mürüvvet Köyü’nün adı – nereden gerektiyse artık! – 1960’larda Çaylıca olarak değiştirilmiş ve günümüzde bu son ismiyle resmiyette kayıtlıdır. Şahsen, henüz köye gitmek şansını bulamadım. Öğrendiğim kadarıyla günümüzde o ilk kurulduğu zamandakinden daha az nüfus yaşamaktadır.
Başında söylediğim gibi, bu memleket kolay kurulmadı ve gelmedi bugünlere. Dünün sıkıntılarını öğrenmek, günümüz insanını daha gayretli kılmaya teşvik eder. Hemen hepimizin muhtelif coğrafyalardan göç edip yerleştiğimiz son vatan Türkiye’den başka sığınacağımız bir yer yoktur. Rabb’im bu güzel vatanı ve nice zorluklar çekmiş milletimizi korusun!
DR.SALİH EROL